Cumartesi, Mayıs 05, 2012

Filler? (Polatlı Günlükleri XIII)


Yahu oturdum internet kafedeki bilgisayara neyse maillerdir falandır derken girdim facebook'a kimin fotoğrafına baksam bir kilo almalar, çok affedersiniz bir fil gibi olmalar, en hafifinden pandalaşmalar gördüm, sonra kendi bir fotoğrafıma denk geldim baktım baya kilo almışım, sonra azıcık düşünmeye başladım geçmişteki bir fotoğrafta kilo alamazdım ve o zaman gerçeği anladım, ekran herkesi enine büyüten cinstendi, çok rahatladım, İstanbul'a dönünce tüm arkadaşlarımı fil gibi bulmak istemezdim keza. Neyse ferahladım şu an evet.

Geçen çarşı dönüşüydü ya da evvelki tam hatırlamıyorum, gece nöbetim yoktu yani uyuyabilirdim ancak sonraki gece nöbetim olduğu için gündüz de uyuyacaktım, bu durumda gece erken uyursam gündüz uykum kaçacak ve sonraki geceki nöbette yine uykum gelecekti. Vay maşallah anlatımıma kurban. Neyse ben gecenin bir yarısı bomboş bataryada tabiri caizse mal mal dolaşırken Ahmet Uzman'a denk geldim, ne yapıyorsun dedi, durumu izah edince "gel film izleyelim" dedi, öncelikle Titanların Savaşı diye bir filme başlar gibi olduk, sonra dedi ki "Inception da var" ben de Inception'u izlemeyen dünyadaki son 10 insandan bir olmak istemedim daha fazla ve bu filmi izlemeye karar verdik. İyi filmmiş hoş filmmiş vesselam, askerde de film izlemiş oldum Ahmet Uzman vesilesiyle, malum yakın çevrem bilir Balans ve Manevra'yı ağabeyimle izlediğimiz o akşamüstünden sonra sinemaya küsmüş yıllarca çok az film izlemiştim. O yüzden Teoman'ın müziği bırakmasına da ağız tadıyla sevinemedim ya zaten! Her neyse.

Dan Brown'ın Kayıp Sembol adlı kitabını okudum arada geçen vakitte. Çok iyi yazıyor adamcağız vallahi, düşünüp üzerinde konuştuğumuz konularda birinin üşenmeyip kitap yazması pek hoşumuza gitti ayrıca Yusuf Bey'le. Okuyup beğendiğim kitapları -benim kadar okuyacak vakti olmasa da- zorla ona da okutuyorum. Masonafobiası olanlar için şiddetle tavsiye edebilirim ayrıca bu kitabı. Bu korku türünü de sanırım az evvel ürettim. Malum insanoğlu bilmediği şeyden korkarmış.

Not almışım bir de -ki geçen günlerde not defterime hiç bir şey yazmayarak bu notumun doğruluğunu da kanıtlamış oldum- ya artık yazacak olaylar bitiyor ya da benim gözlem yeteneğim köreliyor, bu da demek oluyor ki bu kadar askerlik yeter yeni diyarlara yelken açmak lazım.

Arada Salih Bey'le uzun uzun muhabbetler ediyoruz, hiç şüphesiz ileride "ne de güzel günlerdi" yanılsamasına sebep olacak şeyler bunlar. Misal geçen gecelerin birinde saat 03:00'e kadar kitap kapladık harekat odasına, ama hem pek keyifli sohbet ettik, hem bir yandan azıcık müzik dinledik, daha sonra Ahmet Uzman da bize katıldı falan, derken olaylar gelişti saat 03:00 oldu. Benim nöbetimden yenilen bu vakitler tabi Salih Bey için pek iyi olmuyor sabah uyanma esnasında.

Geçen günlerde yaşadığım bir diğer olayı yazayım. Binbaşı'nın nöbetiydi ben de elimdeki kitapları imzalatmak için -bir başka imza günü- yanına gittim, tekmilimi verip imzalatacak kitaplarım olduğunu söyledim, "getir" dedi, keyfi yerinde görünüyordu gayet. "Biraz rengin gelmiş, AMK'dakiler de vampir gibiler." dedi, ben de subaylarla konuşurken saçmalamazsam olmaz diye düşünerek "akşamüzerleri biraz erken kalkıp güneşte dolaşıyorum komutanım" dedim. Güldü. İmzalattığım kitap olan Behzat Ç. üzerine bir miktar konuştuk sonra da odadan ayrıldım. Aynı gün sanırım, daha erken saatlerde üsteğmenlerimizden biri danışmanlık yapıyordu ve sıram gelince beni de çağırdı. "Hangi takımdasın?" dedi, 3. Atış Takımı'nda olduğumu belirttim -ki bu soruya ilk günlerde Fenerbahçe gibi cevaplar verenlerimiz de olmuyor değildi- ardından Üsteğmen "sen benim takımımda değilsin ki" dedi, afyonumun patlamamasından ötürü hata yapmıştım "haklısınız komutanım 2. Atış Takımı'ndayım" dedim, o an içeride bulunan yazıcı Ali Bey bile şüpheye düştü o kadar kendimden emin söylemiştim üçüncü takımda olduğumu halbuki. Diğer üsteğmenimizin adını belirttim takım komutanım kendisidir dedim, "artık benim" diye cevap aldım, sonra da "ne yapacağız Emir senle bilmem daha takımını bilmiyorsun" dedi neyse ki bu esnada gülümsüyordu -milyarda bir denk geldiğimiz bir sahne- ben de hiç durur muyum subay bulmuşken "yeni uyandığım içindir komutanım" dedim. Sonra bir problemim olup olmadığını sordu o an yaptığı görev icabı, görüşmemiz sonlandı. Diğer arkadaşlara "bir probleminiz var mı, nasıl gidiyor, nasılsınız" diye sorduğunda "yok Allah'a şükür komutanım, siz nasılsınız" diyenler dahi olmuş. Az önce yaptığım kullanım "bile anlamında dahi kullanımı"na iyi bir örnek teşkil ediyor.

Bir diğer subaya saçmalama vakam da şöyle vuku buldu. Çünkü sadece vaka'lar vuku bulur. Geçen çarşıya çıkışlarımızdan birinde -ki olabilecek en ters nöbetçi heyetiyle karşı karşıyaydık- çarşı dönüşü bizim servis geldi, diğerlerinden biri bozulmuş, neyse nizamiyede birlik birlik sıraya girdik ama ortada gergin bir durum var bir ton adam eksik falan. Nöbetçi Amiri olan Yüzbaşı oldukça sinirli. Kolormatik gözlüklerinin ardından ateş saçan gözleri seçilebiliyor ki oldum olası kolormatik gözlük takan insanlara pek güvenmem. Bir anda yaklaşık bana doğru bakarak "ne o elindeki" dedi, kolormatik gözlük takıyor ya ondan tam kestirmedim nereye baktığını "ben mi komutanım" diyerek hık mık ettim, baktım elinde poşet olan kimse yok "sigara" dedim, "içeride yok mu" dedi, "YOK!" dedim, sonra ne yapıyorum lan ben bu neyin cesareti, artizliğim kime, cami duvarı nerede gibi şeyler diye düşünerek lâhzâda yan çizdim, "bu modelden yok yani komutanım" dedim. Sigara modeli çok havalı geliyor değil mi kulağa, alt tarafı Camel. O hafta içi kantine Camel soft geldi gerçekten de ama sanmıyorum ki Yüzbaşı o kolormatik gözlüklerle o mesafeden torbanın içindeki Camel'ları görüp de bana iyilik yaptı. Zaten bakışlarıyla çok ağır konuşuyordu işitsel olarak bir ses çıkartmasa da.

Geçen mıntıka yaparken, Ahmet Uzman'ın nöbetiydi (bu arada önceden de muhakkak belirtmişimdir ne zaman gerekli vakitten azıcık erken uyansam ya da azıcık geç yatayım desem kendimi elimde ikinci el izmaritlerle ve gözlerimde kartal bakışlar yerleri tararken buluyorum) bizim bölgemiz olan İki No'lu Nizamiye'nin dışına çıktık ve Tugay sınırları dışında bir sigara molası verdik, nasıl özgür bir his anlatamam, yani arkanızda -10m kadar arkanızda- koskoca Tugay da olsa, o an önünüzdeki çorak kır manzarası size pastoral şiirler düzdürebilecek güzellikte geliyor.

Nil İpek Hanım ve Ilgın Hanım'lara cevap yazayım diye elime kalem alıp oturduğum bir nöbetimde ise bir anda şu satırları yazmış bulundum:

günleri sayıyorum geceleri ve kararan şehirleri
tarihi değiştiriyorum her gece tüm gücümle
iterek zorla bir gün daha ileri
yıldızlar, fabrika, baykuşlar ve biz
bekliyorum geceler kadar özgür gündüzleri

Geçtiğimiz günlerde bizi geziye götürdüler, Kartaltepe Mehmetçik Anıtı, Sakarya Şehitliği, Duatepe Anıtı ve Gordion'u içeriyordu rotamız. En çok Duatepe Anıtı'nı beğendim, tüm Sakarya Havzası'na hakim bir alan, Gordion'un tümülüsü de -neden höyük değil de tümülüs diye düşünüyorum halen- etkileyiciydi. Aynı gece nöbetçi olan Red-Kit ağabeyimi aradı hukuki bir problemiyle ilgili bir şey sormak için, konuşurken bir şakalar, bir kibarlıklar, sanırsınız Red-Kit değil Düldül, neyse sonrasında ağabeyle bu konuşmanın kritiğini yapıp eğlendik.

Bu arada Tugay Komutanı'ndan takdir aldım geçen gün, bize yani 343'lere ve 91'e 1'lere yapılan bir tür veda töreninde. Aranızda hiyerarşik olarak bu denli fark olan birini görünce bir an tanrıyı gördüğünüzü sanıyorsunuz. Diğer batarya ve birliklerden de takdir alanlar olarak ismimiz okunuca tribünün önünde tekmil vererek sıraya geçecektik ancak tam biz o kısacık provada yaptığımız gibi yerlerimize geçiyorduk ki olay mahalindeki albaylardan biri sırayı değiştirmeye karar verdi, bu esnada ilk hatamı yaparak sıradaki pek çokları gibi "EMİR AKSOY ANTALYA" diye böğüremedim yerime geçince. Neyse Tugay Komutanı sırayla hepimize doğru yaklaşıyor, belgelerimiz verip tokalaşıyor bu esnada da bir iki kelam edip gönlümüzü hoş tutuyordu. Bana geldi bu sefer yüzüne böğürdüm, o da takdir belgemi uzatırken "hepinizi isim isim tanıyacaktık biraz daha kalsaydınız, seni Temelli'den hatırlıyorum" dedi. Temelli ağaçlandırma ve sulama faaliyetleri yürüttüğümüz bölgelerden birisi oluyor ve ben hiç Temelli'ye gitmemiştim. Bu komik ama iyi niyetli cümleye mi güleyim, adam beni hatırlıyorsa kesin ordayımdır (buna otorite ve hiyerarşi diyoruz) diye mi düşüneyim derken adam takdiri elime tutuşturup yandakine geçiverdi. Böylelikle ikinci hatam olarak "SOĞL" diye bağıramamış oldum keza "haklısınız komutanım" gibilerinden bir şeyler geveliyordum göz ucuyla vay arkadaş diye düşünerek komutanın omzunu keserken. En son takdirlerin verilmesi bitti, sıranın başındaki çavuş dikkat çekti ve ben son komik hatamı yaparak sağ elimde takdir belgesini tutmaya devam ederken kepli bir şekilde selam verdim. Sırada kalabalık olduğumuz için dikkat çekmediğimi düşünürken bir yandan da acaba Batarya Komutanı beni kesiyor muydu bu esnada diye endişelenmeden de edemedim, neyse neticede bu endişelerimi kabusa dönüştürücek bir olay vuku bulmadı o gün ve ilerleyen günlerde. Bir de törenin en güzel anı, tören sonunda albaylardan birinin "tören geçişi için düzen al marş marş" komutu vermesiyle oldu. O çim saha o an adeta bir Normandiya'ya bir Malazgirt'e dönüştü, sırtımızda tüfeklerimiz, bataryaların önünde flamacılarımız, çimleri yardırarak geçen nereden baksan 300-500 er-erbaş, uzman, astsubay ve subay canlandırın gözünüzde. Tam bir "işte o an" fotoğrafı. Son olarak bir tuğgeneralden takdir almak sıra dışı bir deneyim olsa da o takdirin Salih Bey'in hakkı olduğunu düşünmeden de edemedim. Kendisi bataryamızın en yüksek performans gösteren askeriydi malum, biraz tesadüfi oldu benim takdir mevzusu anlayacağınız, o an ilk akla gelen isimdim belki de sadece. Halbuki benim planım Tabur Gecesi'nde gitar çalıp şarkı söyleyerek Tabur Komutanı, Tugay Komutanı hatta 4. Kolordu Komutanı'ndan takdirler alarak 3-hit-combo yapmaktı. Çok efsane bir gitarist veya solist miydim? Tabi ki hayır, ancak adam yokluğunda takdirleri toplayacağıma dair inancım sonusuzdu. Peki ne oldu? Tabur Gecesi bizim terhis tarihimizin ötesine ertelendi ve benim final konseri projem de böylece suya düştü.

Yine geçtiğimiz günlerde sol elimin sürekli üşümesi ve bazı pozisyonlarda morarması beni büyük endişelere, onulmaz dertlere gark etmişti. Gececi olduğum için acaba yeterince güneş görmüyor muydum ve bu güneşsizlik beni günbegün çürütüyor muydu? Ya da vitamin eksikliği mi çekiyordum? Bu tip düşüncelere dalıp dalıp gidiyordum sol elimi izlerken. Sonra bir gün fark ettim ki saatimi çok sıkı takmışım, çözdüğümde derin bir saat izi çıkmıştı kolumda. O gün bugündür saati bir kaç gün sağ bir kaç gün sol koluma takıyorum çok daha gevşekçe ve ellerimin soğukluğu -senelerdir olduğu gibi- bâki kalsa da morarmalarım geçti çok şükür.

Son bir olayla bu blog yazımı da bitireyim. Bu son olay sanırım bugün yazdıklarımın hepsinden eski tarihli bir olay ama nedense not almamışım yeşil kaplı manual Gözümün Seyir Defteri'me. Nöbetim başlamıştı saat 21:00'i biraz geçiyordu, sigara içme avlusundaki arkadaşların yanına bir çıkayım dedim, onlardan biri de "sayın ağabeyciğim buyur" diyerek bir sigara uzattı. Böyle güzel bir ikramı reddedemedim çok affedersiniz aldım yaktım sigarayı tam, o sırada arkamdan sinsi sinsi devriye atmaya gelen uzman yanaşmış. Hani böyle içi nefretle dolu ihtiyarca insanlar vardır ya tam öyle bir amca. "Sen misin nöbetçi?" dedi, "Evet." dedim, "Neden sigara içiyorsun." dedi, ben de "Sabitim komutanım tüm gece nöbet tutuyorum." dedim, "Neden içiyorsun?" dedi, "Nöbet yerinde içmiyorum ve silahlık denildiğinde duyacak mesafedeyim." dedim gerçekten sadece 3 metre mesafe vardı silahlıkla aramda, o da bir kez daha "Neden içiyorsun?" dedi, içimden annesinin üreme organını yüksek sesle dile getirmek gelse de "Sadece içiyorum komutanım." dedim hiddetle yüzüne bakarak. "Gel bakalım benimle." dedi, beni bizim bataryanın nöbetçi uzmanı ya da astsubayına şikayet etmek üzere yanına aldı. İçerideki odada Mustafa Uzman vardı. Devriye "Senin bu nöbetçi sigara içiyor." dedi, Mustafa Uzman da "İçmesin mi .... koyayım herif 12 saat nöbet tutuyor." dedi. Çok zamandır bu kadar mutlu olmamıştım diyebilirim. Gerçi bunun rövanşını aynı uzman sonraki devriyesinde silahlığın dağınık olduğu teziyle üstüme gelerek aldı. Halbuki masada duran her şey tam anlamıyla yasaldı. Romanlarım, çay bardağım ve bulmacaların hepsine Batarya Komutanı bizzat onay vermişti. Neyse bir daha karşılaşır mıyız bilmem, hahah!

Bugün çok şarkı paylaşamadım hatta hiç paylaşmadım ama fırsatınız olursa "Fuat Güner'le Müzik Ömür Boyu" programını izleyin televizyondan ya da Youtube'dan. Pek güzel bir akustik program kesinlikle. Geçtiğimiz 1 Mayıs'ı da anmak babında şöyle tadımlık bir video paylaşayım size bu programdan. Bir de Dream TV'nin bir kıyağına daha denk geldim geçen sabah, tanıdık bir ses duydum önce, tanıdık bir sima gördüm sonra ve bir de baktım ne göreyim Regina Spektor yeni albüm yapmış olmalı ki karşımda yeni klibiyle duruyor. Tabi ki güzel bir şarkıydı, hatta şöyle bir şarkıydı.

Neyse Polatlı'dan cümlenize esenlikler diliyorum, bir daha çarşıya çıkar mıyım, çıkarsam blog yazar mıyım, yoksa o çarşı teskere çarşısı olur da gezer miyim hiç bilmediğim için şimdilik sadece esenlikler diliyorum, askerliği bitirmek üzere olmanın haklı gururunu, buruk mutluluğunu yaşıyorum. Aahahaha. Sevgiler, saygılar.

Not: Dün ya da evelki gün bir anda "Oğullar ve Rencide Ruhlar" kitabını okudum, tek kelimeyle mükemmel kesinlikle okuyun! Mustafa Bey'e teşekkürler!

Hiç yorum yok: