Cumartesi, Haziran 30, 2012

Evrensel Küme


Annemle İstiklal Caddesi'nde yürürken geçtiğimiz günlerde tam Galatasaray'dan Greenpeace görevlisi gençlerle karşılaştık. Bir tanesi karşıdan gelen genç kızın önünü kesmeye çalışıyordu, kız da seri hareketlerle çocuğu atlatmaya çalışıyordu ki başardı da, çocuk arkasından "açaydım kollarımı gitme diyeydim" dedi. Çok eğlendik, takdir ettik. O gün annemle İstiklal Caddesi'nde yürüyüşümüzün sebebi Galata Kulesi'ne gerçekleştirdiğimiz kültür turuydu. Kaç senedir bu şehirdeyim, haftada en az bir kez önünden geçiyorum, civarında çay içiyorum bir kez tepesinden şehri seyretmişliğim yok. Annem de benden pek farksız değilmiş ki bu yolculuğa çıktık. Kariye Müzesi mi Galata Kulesi mi ikilemini son ana yendik, vapurda yunusları gördük falan derken geldik Karaköy'e. Oradan Tünel'e, ardından tekrar yokuş aşağı Galata'ya. Nedense ben hep merdivenlerle çıkılan bir yer diye hayal etmiştim, halbuki baya asansörle çıktık. Asansörden sonra 2 kat kadar bir sarmal merdiven var hepsi bu, tatmin ederse. Sonrasında balkon kısmına çıkıyorsunuz ve kulenin etrafını tavafa başlıyorsunuz. Geçtiğimiz hafta havalar hep çok güzeldi, poyraz, rüzgarlı, pırıl pırıl. O gün de öyleydi ve tüm şehri yüksek çözünürlükte görmüş olduk. Sanırım en çok Sarayburnu kısmını yüksekten görmek şaşırttı beni. Deniz seviyesinden bakınca hep bir tepe gibi görülen bu kısmın aslında nasıl da bir burun olduğunu işte o anda idrak ettim. Kule'den sonra Galatasaray yönüne ilerledik, lisenin yanından arka sokaklara sapıp Cihangir'e doğru yürüdük. Meydanda bir soluklandık, atıştırdık, ardından Tophane-i Amire binasına gidecek şekilde arka yollardan rotamıza devam ettik. Yolda tam önünden geçtiğimiz Yusuf Ağabey'in dükkanına da bir uğramayı ihmal etmedik. Tophane'nin yanından tekrar Karaköy'e varıp, vapur artı tren şeklinde evimize ulaştık. Bakalım gelecek kültür turlarımız ne yöne doğru olacak.

Yine bu geçtiğimiz günlerde de nice dostla görüşüldü, nice insanla tanışıldı, nice etkinlik vuku buldu. Her zaman dediğim üzere tüm bunları yazacak olsam buradan köye yol olur, hem ben Evliya Çelebi miyim yahu her görüp gittiğimi yazayım, pek çok nesle ışık tutayım, alelade bir blogger'ım hepsi bu. Blogger demişken geçenlerde Ekin Hanım şunu paylaşmış! İnanılmaz geldi. Sanırım açık ara en süratle yaşlanan (olgunlaşmak demeyi tercih ediyorum eheheh) benim. Kadro efsanevi zaten. "O zamanlar çok mu az blogger vardı?" demiş Ekin Hanım, sanırım öyleydi, sağ tarafta o yıllarda kendi el emeği göz nuru yazdığımız kodlarla birbirimize kapılar açardık hakikaten, o zamandan bu zamana yazan pek az dost kaldı ama buna da şükür, güzel insanlar kazandık bu vesileyle. Hâlâ doğru tıklar sizi doğru kişilere ulaştırabilir yeter ki o kişiler arada bir de olsa yazsınlar.

Biraz da Yora'dan bahsedelim. Ben kendimi bildim bileli, daha doğrusu okula geldim geleli, Yora hep olagelmiş ve insanların övgüyle heyecanla bahsettiği bir gruptur. Tahminimce kuruluşları 2003 ya da 2004 olmalı benim hesaplarıma göre. Kendi şarkılarıyla gitgide daha da öne çıkan, başarılı ve çok daha önemlisi sevimli müzisyenlerden müteşekkil bir gruptur Yora. Konserlerine gittiğiniz takdirde sahnede uyuz/küstah raksıtar insanlar görmezsiniz ama yaptıkları müziğe hakikaten kendini kaptıran ve mütevazilikleri -bana kalırsa- yüzlerine ve çıkarttıkları seslere yansıyan insanlar görürsünüz. Hoş bu iyi bir şey mi bilmiyorum şu koşullarda, cool olmanın prim yaptığı, artizliğin saygı doğurduğu saçma sapan bir piyasadayız malum, her yönde ego savaşları can alıyor sürekli. Neyse ben geçtiğimiz cuma akşamı Peyote'de gerçekleşen konserde pek mutluydum. Müziği dinlemek, hafif hafif sağa sola salınmak, bildiğim şarkılara eşlik etmek beni pek mutlu etti. Albümleri Gün Sözleri'ni de edindim konserin kapısında, grubun pek çoğuna da imzalattım. Bir fikriniz olsun isterseniz buradan edinebilirsiniz o fikri. Peyote'yi de çok özlemişim ayrıca bunu belirtmiş miydim bilmiyorum. Peyote'de konser dinlemeyi, üst katta oturmayı, girişte kapının önünde muhabbet etmeyi, eminim sahneye çıkmayı da özlemişimdir, onu da bir ara çıkınca anlarız. Bir de 123'ün sanırım yeni albümleri olan Lara albümlerinden (umarım içinde Antalyalıların olduğu bir grup Lara'nın 2 a'sını da uzun uzun okuyordur) bir parçaya denk geldim soundcloud'da, benim pek hoşuma gitti dinlemek isterseniz buraya tıklayın.

Ayrıca bir şairle kitap koliledik bir kaç gün evvel biraz, değişik bir his. Bunca sevdiğimiz ve her şeye "gülüp geçtiğimiz" bir dostun 15 dakikalık yürüme mesafesinden yine Avrupa yakasına taşınması, hem de bahçesi sessiz ve güzel olan ve birlikte hiç oturmamış olduğumuz bu evden çıkması üzücü. Nasip, bir gün gelir yine döner bu taraflara. Kadıköy, ara sokakta karşılaştığın sanatçılarıyla güzel değil mi zaten?

Yine geçtiğimiz günlerden birinde de Kerem Bey geldi şarkılara çalışmak için, kendisi yeni gitaristimiz olacak umarım, yakında siz de görürsünüz cemalini, dinlersiniz icrasını. Kendisiyle çalıştık, videolar izledik, müzik dinledik, kayıt yaptık, çay içtik, muhabbet ettik derken vakit geçti gitti. Zaten izlediğimiz video'lar çalışma hevesimizi kıracak nitelikteydi.

Neyse gelelim bu son 3-5 gündür beni en heyecanlandıran konuya. Efendim artık ben de fotoğraf çeken insanlar kervanına katılacağım, bunun hikayesi de şöyle. Evimizde babamdan kalma pek hoş pek havalı duran bir Yashica MG-1'imiz vardı. Bu makinenin de son bilmem kaç senedir üretilmeyen ve bundandır ki piyasada bulunamayan pilleri noksandı. Biz de bu piller yoksa makine çalışmıyordur diye kendimizi inandırmışız çok affedersiniz. Neyse annemle dedik bir gidelim soralım bu işi tekrar ve makineyi alıp yollara döküldük. Sirkeci'deki Pamuk Ticaret'i aramaya koyulduk. Vaktiyle ilk Nil İpek Hanım'la gelmiş sonra bir kaç defa daha hem Nil İpek Hanım hem de Ilgın Hanım'la gelmiştik sanırım bu dükkana. Doğru sokağı tam bulamayınca Ilgın Hanım'a telefonla bağlanıp ilk jokerimi kulandım, sonra bir de halk desteği olarak esnaftan yardım aldım ve doğru hanı buldum. Annemle dükkana girdik. Önceden de edindiğim izlenimler bana dükkan sahibi Şahabettin Bey'i İstanbul'un en havalı insanları listesine koydurtmuştu. Kendisi Al Pacino Bey'i andıran bir adam, nazal bir ses tonu var, "dünya hiç umrumda değil" ve "burada ne işin var" cümlelerini mütemadiyen kuran bir beden dili var ancak bunun yanı sıra sizle en ilgilenmiyor gibi göründüğü anda bile baya ilgileniyor. Dalga geçiyor, laf sokuyor, tersliyor falan ama bunların hepsini fotoğrafçılığı bir adım daha öteye taşımak için yaptığını öyle bir hissettiriyor ki kendinizi çok salak hissediyorsunuz ama çok kötü hissetmiyorsunuz. Her neyse bu dükkanda geçen 3 gün ve harcanan toplamda 2 film sonucunda şunu anladık ki, o piller flaş makine uyumunu sağlamakta büyük rol oynuyor ancak onun dışında çok da bir işe yaramıyor ve makine gayet güzel çalışıyor. Daha da komiği o pillerle kurulan tarihi düzenek -ki bu düzenek 4 tane bulunabilir pil artı bir tane aliminyum kaplı sahte iletkenden müteşekkil- gayet de çalışıyor yıllar sonra bile. Pillerin ömrü uzunmuş gerçekten de. Neyse, ilk iki filmimi de cd'ye bastırdım, biraz daha tekniğimi ve teorimi geliştirmem gerekebilir. En heyecanlısı da sonucu o an görememek. Elimde şu an biraz Kumkapı, biraz Beyazıt, biraz Sultanahmet, bir kaç dost, bir şair nakliyatı, biraz da annecik pozları var.


Dün ise Emir Yargın Efendi ve Uraz Bey'le Kadıköy'de buluşup Sirkeci'ye geçip, işlerimi halledip geri dönmemin ardından Egecan Bey'i gördüm, yine haftalar sonra. Ardından İpeknaz Hanım ve Emre Bey'le buluştuk. İpeknaz Hanım'cık bugün İtalya'ya gidiyor bir süreliğine, çok lazım ya! Neyse bilmiyorum artık bu yaz kimlerle kahveler içeceğiz. Murat Bey vardı, Merve Hanım vardı, bir ara Özge Hanım, Fabio Bey ve Ayça Hanım uğradılar, sonrasında Elif Hanım ve Kerem Bey katıldılar, en son olarak da Melis Hanım. Egecan Bey'i o kadar özlemişim ki onun yöntemini kullanarak tüm gece onun üzerine oynadım ve çok eğlendim! Hah dün bir de Moda'ya giderken siyahi ve yabancı bir genç yanındaki Türk kıza "So... arkadaşım eşşek!" dedi, vay babam dedim içten içe.

1 yorum:

deryik dedi ki...

arkadaşları ve anneyi alıp kariye müzesine! itiraz yok.