Cuma, Ağustos 31, 2012

Bağlantılar İçinde Merdivensiz Kalmayın


Önnot: Bu yazıyı dün yazmaya başlamıştım, sonra yoruldum, sıkıldım, uykum geldi falan derken yattım, o yüzden ilk iki paragraftaki kısımlara bir gün daha ekleyelim misal dün diyorsam dünden önceki gün oluyor o.

Ben de sonunda dün Anadolu'muzun dünya tarihinin en büyük yatırımı olan metrosuna bindim. Aziz Kedi Bey'in gazetede okuduğum tam sayfa yazısı kadar güzel ve detaylı irdeleyemeyeceğim ki kendisi zaten değinebilecek hemen her şeye değinmiş, yine de bir iki nokta yazasım geldi bu önemli güne dair. Öncelikle günüm metroya gelene kadar da gayet yoğun ve keyifliydi. Öğleden sonra annemle ev bakmaya çıktık, ecnebilerin "overrated" tabir ettiği bizim ise daha ziyade şöyle dillendirdiğimiz bir durum var emlak piyasasında. Neyse 2 adet eve baktıktan sonra, Moda'ya doğru devam edip Ayşen Teyze'yle buluştuk, çaylar içildi, kitaplar okundu derken ben Elif Hanım'la buluşmak üzere Rexx'e doğru yollandım. Meğer lise yılları Kadıköy'de geçmiş pek çok akranımız için öyle büyük bir travmaymış ki Rexx'in önünde beklemek, Elif Hanım da "buna tek başıma dayanamam" deyip Melike Hanım adlı bir arkadaşını çağırmış. Birlikte adeta İrlandalılar gibi alkol tüketecekmişçesine Belfast'a oturup, soğuk çay ve bitki çayı içtik. Elif Hanım'la tanışma hikayemizi anlattık Melike Hanım'a ki bu durum artık bir gelenek halini aldı. Bu hikayeyi hatırlamayanlar varsa buyursun buradan yaksınlar. Ardından Melike Hanım'ın ayrılmasıyla biz de daha fazla oturmadık ve Moda yönüne doğru bir yürüyelim dedik, yolda -reklam yapmak gibi olmasın- Lays Fırından (tabi ki yeşil) aldı Elif Hanım. Tam dondurmacı ve waffle'cının oralardaydık ki Elif Hanım'a Kerem Bey'den gelen telefon ile Rexx yönüne geri döndük. Orada kısa süre içinde 2 adet Kerem Bey'le buluştuk, bunlardan bir tanesi Elif Hanım'ın arkadaşı olan ve orada tanıştığım kişiyken, diğeri önceden de muhakkak bahsi geçen, Elif Hanım'ın kardeşi olan ve birlikte şu müzikli video'da yer aldığımız insandı.

Dördümüz önce Pilavcıoğlu'na uğradık çünkü Kardeş Kerem Bey ve ben acıkmıştık, ardından da Barlar Sokağı'nın en kötü yerine oturduk. Diğer Kerem Bey de bu noktada fark etti ki kararsızlık, en kötü karardan kötü olmayabilirmiş. Bu aynı Kerem Bey bizim yeni tanışmamızdan duyduğu gerginliği atlatmak için bizlerin tanımadığı iki arkadaşını daha davet etmişti. Bihter Hanım ve Yiğit Bey'in gelişiyle birlikte gerçekten de ortamda bulunan herkesin o an tanıştığı kişi sayısı en az 1, en çok  3 oldu. Yiğit Bey'in Antalyalı olması, Bihter Hanım'ın gerektiğinde Allah'ın bile hakkını savunma çabası ve Kerem Bey'in bitmeyen eğlenceliliği, uzun zamandır içtiğim o en kötü Türk Kahvesi'ni içtiğim mekanda geçen yaklaşık bir saatten aklımda kalanlar. Ardından bu keyifli sohbetten kopmak istemesem de Merve Hanım'cığımı bekletirsem atımın kararıp prensliğimin fethedileceğini hissetmiş olacağım ki Rıhtım yönüne doğru hızla inmeye başladım. Kalbim metroya bineceğimden ötürü her adımda daha bir küp küp atıyor, midemde kelebekler şey oluyordu. Tramvay durağı tarafındaki aşağıyı gösteren M'nin ordan yürüyen merdivenlere bindim. Uzun merdivenlerde benim dışımda bir kişi daha vardı, dedim acaba bu tenhalık, bu yalnızlık? Sonra ne dediğimi kendim de anlayamadan diğer merdivenlere geldim. Geçerken görevliye sordum normalde 12 ama bu gece 12:30'a kadar çalışıyor dedi, maç vardı çünkü. Neyse merdivenlerden aşağı inerken metronun kalkmasına kaç dakika kaldığını gösteren tabelalar vardı yolda fünikülerdeki gibi. En sevdiğim şey bu oldu girişte sanırım, insan depar atıp atmamaya, ne büyüklükte riskler alması gerektiğine bu tabelayla karar veriyor keza. Neyse ben macerayı sevdiğimden ötürü ilk metroya 1 ikinciye 6 dakika olduğunu görmeme ve yolun ne uzunlukta olduğunu bilmememe rağmen koşturmaya başladım yürüyen merdivenlerde, neden? Çünkü koşan merdivenler bir türlü yaygınlaşamadı, neymiş insan dengesini kaybedermiş, eylemsizlik kazanırmış falan filan. Eylemsizlik hep kazanıyor zaten. Ahaha içimdeki Olacak O Kadar. Neyse o 1 dakika kalanı 5 metreyle kaçırdım, böylelikle gözlem yapacak vakit kazandım raylar bölgesinde. Yeni olduğundan olsa gerek daha derli toplu duruyor rayların oralar. Raylar paslı bir tek, onu bir zımparalayıverin demek geldi içimden oradaki güvenliklere. Güvenlik demişken maçtan ötürü mü böyle kalabalıktı bilmiyorum ama güvenlik ordusu vardı aşağıda, "hanım efendi sarı çizgiyi geçmeyelim" gibi yerinde uyarılar yapıyorlardı halka. Neyse aşağısı kalabalıklaşırken Aziz Kedi Bey'in de yazdığı üzere Nazgül sesiyle metromuz vizyona girdi. İçine geçtim. İçeri girmemle içimdeki "pembiş, bebiş, kalp, ay ne tatlı" kelimelerinin hepsi bir anda ağzımdan fışkırıyordu zor bastırdım. Evet metronun koltukları pembe tonlarında, zemin de güzel, hemen kirlenmiş gerçi ama olsun. Neyse oturdum ve sağı solu incelemeye başladım. Metronun hızı ivmelenmesi falan güzel. Ahahaha. Eskiden Avrupa metrosu da iyi hızlanırdı ama artık daha yavaş gidiyor, yaşlandı mı ne? Neyse duraklar panosunu inceledim ve içten içe düşündüm acaba hangi durak nereye çıkıyor diye. Çünkü diğer metroda olduğu gibi gerçeklikten çok uzak bir ulaşım haritası konulmuş basite indirgemek adına. Bu kapının üstündeki duraklar panosunun en sevdiğim yanı ise durakların arasındayken de -yani metro ilerledikçe- ilerleyen ışıklı bir çizgiye sahip olması. Neden yok diye hep sorgulardım bunu, adamlar sorgumu hissedip yapmışlar. Başka ayrıntılara çok takılamadım, tünel boyunca sağa sola sık sık monte edilmiş güçlü ışıklar biraz gözümü ve beynimi yordu az daha akbilsel yolculuğum astral bir seyahate dönüşecekti. Neyse geldik Kozyatağı durağına ve indik. Tahminlerimde yanılmamıştım, burası metronun en popüler duraklarından biriydi. Sonra yukarı doğru çıktım Kerem Bey'in tarifi üzerine en soldaki yolu kullanarak. Çıkışa yakın kısımlar mağara tarzıydı ki havalı olmuş. Derken yeryüzüne bir çıktım ki Üsküdar dolmuşlarının kalktığı yerde, Nida Kule'nin eteklerindeyim. Vay arkadaş dedim teknoloji ne güzel şey dedim, yiyorlar ama çalışıyorlar dedim, demir ağlar falan dedim, daha klişe 4-5 alıntı daha yaptım o esnada ve Merve Hanım'la buluştuk evlerinin orada. Bu da mutlu son. Dilerim ki metroyu her kullanan yolun sonunda sevdiğiyle kavuşsun. Merhaba İkbal Hanım.

Metroyla ilgili de diyeceklerimi dedikten sonra yeni bir paragrafa geçmekten kimse beni alıkoyamaz. Efendiler gitar dersi vermeye karar verdim. Çevrenizde bu hususta hevesli gençler olursa çekinmeden bana yönlendirin, ben de 13 yıllık deneyimlerimi kendisine aktarayım, sırf bir gitar dersi değil, müzikal vizyon oturtayım o gencecik dimağlarda. Bu konuda çok ciddiyim, bunun ilanını nasıl yaparım diye düşündüm, Yaprak Hanım bir kaç yol gösterdi sağolsun, yine de kulaktan kulağa yayılmakta fayda var. Gerilla pazarlamamı yapabilirsiniz gönül rahatlığıyla.

Bir diğer mühim konumuz ise yaz sezonunun bitişiyle birlikte konserlere kaldığımız yerden devam etmemizle ilgili. Eylül ayının ilk Emir Bey konserinin hatları kesinleşti. 7 Eylül Cuma akşamı tahminimce saat 21:30 gibi en alıştığımız sahne olan 60m2'de. "60m2 nerededir?" diyen olacağını sanmıyorum pek artık ama ben yine de tarif edeyim. Taksim Meydanı yönünden İstiklal Caddesi'ne girdiğiniz zaman sağ taraftaki sokaklardan köşesinde Benetton olan sokağa giriyorsunuz, sokağın girişine yakın sağda bakkal gibi bir şey var hemen onun yanında girişi. Neyse efendim bu konserin bir mühim yanı şu ki Nil İpek Hanım uzun zaman sonra bizle birlikte olacak tekrar, yeterince iyi birer şirin olursanız onun zarif bestelerini de duyabilirsiniz. Nağme Hanım, Yargın Efendi ve Umut Bey olacak kadromuzda. Ufak tefek sürprizler olur mu olmaz mı şimdilik bilemiyorum. Gelirseniz birlikte görürüz.

Diğer değinmek istediğim mevzuları da bu uzunlukta yazarsam bu yazı bitmeyecek, o yüzden onları madde madde sıralayayım, sizler de fırsatınız olunca inceleyiverin.

- Fenerbahçe Leo Kulübü'nün sosyal sorumluluk projesinden bahsedecektim ne zamandır. Hayvan. İnsan. Sevgi. kısaca H.İ.S. Projesi. Sloganları da "İhtiyaç Sen'sin". Hayvanlar konusunda hepimiz duyarlıyız ancak tek başımıza yapamadığımız bazı işler oluyor, ancak benzer fikirlere sahip olduğumuz hevesli üretken insanlara denk gelebilirsek bu bir projeye dönüşüyor ve harcadığımız emek doğrultusunda da başarıya ulaşıyor ya da ulaşamıyor. H.İ.S. Projesi gerçekten de değerli bir proje, hayvanlar konusunda duyarlı olan başka vakıflar ve Kadıköy Belediyesi de bu projenin bir ucundan tutuyor. Detaylara buradan vakıf olabilir, nasıl katkınız olabileceğini öğrenebilirsiniz. Hiçbir şey yapamıyorsanız bir gün onlarla birlikte barınakları ziyarete gidin ve 15 dakika bir hayvanı sevin.

- Kısa kısa yazdığım iyi oldu. Hohoyt. Alt yazıda bahsetmiştim sanırım pek değerli reggae grubumuz Sattas için bir fan video'su bile çektik diye. Şapşallığımıza doymadık bunu alenen yayınladık ve Sattas grubuyla da paylaştık. Maksat tescillensin şapşallık. Ama eğlenmek güzeldir, tıpkı kirlenmek gibi diyor ve sizi fan video'muza yönlendiriyorum. Vesileyle çete liderliğine de yükseldim. Sattas konusunu kapatmadan yepyeni zaferlere koşmak dileğiyle geçmiş Zafer Bayramı'nızı bu şarkıyla kutluyorum. Daha da acayip şeylerle karşılaşmamak dileğiyle.

- Mabel Matiz yeni klibini yayınladı. Pek güzel bir şarkı, klip de pek güzel olmuş keyifle izletiyor. Barışırsa Ruhum adlı parçaya çekilmiş klip. Sonra "yapmayayım etmeyeyim" derken kendimi yine youtube yorumlarının derinliklerinde buldum. Tarikat analizleri mi dersin, söz yakalayıcılar mı, dünya müzik ve sinema otoriteleri mi, ne ararsan var. Youtube derya tabi ama yine de 200 liraya klip çekmiş helal temalı yorum ve İLLUMEMATİ yazılan yorumlara çok güldüm. Söylese O Ben Söyleyemem klibindeki 35. saniyeye dikkat çeken yorum ve bunca yıldır ormancıyım böyle bak ağaç diyeni görmedim diyen yorumlara da ölümüne gülmüştüm. Neyse izleyin kendi yorumunuz kendiniz yapın.

- Bir diğer önemli duyurumuz Can Başkan'ın yönetmenliğinde çekimlerine devam ettiğimiz Öbür Taraf isimli kısa filmle ilgili. Facebook sayfamız açılmış ve teaser'ımız yayınlanmış durumda. Takip etmenizi tavsiye ederim, teaser da pek keyifli proje de pek keyifli devam ediyor, filmimiz ise çok yakında.

- Bir diğer cânımız yönetmen İsmet Bey de yeni kısa filmini yayınladı, It's Me'ye buradan ulaşabilirsiniz.

- Yora'nın albümü Gün Sözleri'ni de artık buradan ücretsiz dinleyebilir ve yasal olarak indirebilirsiniz.

- Son olarak Zaytung okuyun!

Dipnot: Kalın örtülere geçtik, ayaklar üşümeye başladı, sokağa çıkarken de hırka kazak alıyorsak güle güle yaz demenin vakti gelmiş de geçiyordur.

Salı, Ağustos 28, 2012

Irie


Öncelikle şunu belirteyim ki sevgili blog okurlar, az önce odaya yarım kutu böcek ilacı zerk ettim, onun verdiği bir kafa dağınıklığı olabilir, şimdiden kusura bakmayın. Efendim nereden çıktığı belli olmayan bir sivrisinek çokluğu var günlerdir, evde ya da benim odamda. Zaten "rock star olmadan rock star hayatı yaşayan" bir insan olarak kaç gündür uyku düzenim darmadağın olmuştu, bir de bunun üzerine tam adam gibi uyuma fırsatım varken sivrisineklerce uyutulmamak bana çok koydu. Üşenmedim kalktım gecenin ortasında açtım ışığı, 3 tanesini duvara yapıştırdım, 4'üncüyü elden kaçırdım, savaşacak takatim kalmadı geri yattım, o kalan da bana hayatı zından (ı ile) etmeyi başardı. Ben de dün ve bu gece annemin tavsiyesi ile odayı sinek ilacına boğdum. Duvarlara, yatağın kenarlarına, kuytulara, her yere. Umarım bu gece de dün geceki gibi sakin geçer. Ve yine umarım ki Ferhat Göçer Bey'in sevgilisi olan kişi beni affeder.


Geçtiğimiz perşembe gününden beri aralıksız olarak Sattas dinliyorum ve çevremdekilere dinletiyorum, last.fm'de zirveye oynamışımdır eminim ki. Şunu dinleyin anlayacaksınız beni. Tabir-i caizse kulaklarım belerdi ama öyle güzel bir albüm yapmışlar ki insan dinlemeden duramıyor. Sattas kimdir nedir duymayanlara bildiğim kadarıyla izah edeyim. Türkiye'nin ve İstanbul'un en kral reggae grubudur Sattas, ben okula girdiğimden beri yani seneler evvelden duyarım, bilirim kendilerini. Emir Ağabey'in saksafon çalmasının da payı var tabi Sattas'ı tanımamızda. Neyse geçtiğimiz günlerde bir Nayah'a uğradığımızda Emre Bey barmene Sattas konseri sorarken, barda grubun basçısına ya da davulcusunu denk gelmiş -ben görmedim- ve günlerdir bende duran bu CD'yi hediye olarak kazanmış adamdan. İlk Merve Hanım'a dinlettim bu ağabeylerimizi, sonra bindiğim farklı arabalarda da farklı kadrolarla bu CD'yi dinledik. İlk dinleyişte beğenmeyene daha denk gelmedim, müthiş bir albüm, alın dinleyin, alana kadar da buradan dinlenilip yasal olarak indirilebilir sanırım. Hatta bir fan video'su bile çektik Sattas'a ama daha ufak tefek işleri var yayınlanmadan evvel. Bu kadar reggae'den bahsetmişken, bir diğer çok sevdiğimiz grubumuz Iya Waves'i de bu müthiş cover ile hatırlayalım.


Eşşeklik edip 11 gündür blog yazmadığım için geçtiğimiz günlerde ne yaptım sorsunu cevaplarken tutunacağım ipin ucunu kaçırmış bulunuyorum. İsim tamlamam da böylelikle sonsuza kadar uzadı. Emre Bey'le ve onun sayesinde tanıştığım birbirinden güzel insanlarla bol bol görüştük, yurt dışından gelen misafirimiz Camilla Hanım'ı ve bu vesileyle Gökhan Bey'i gördüm, Gültuğ Hanım'la görüştük, Merve Hanım geldi onunla görüşmelerimiz devam ediyor, Hazal Hanım'a misafirliğe gittik, Umut Bey bir uğradı, Karakaya Kardeşler'le keza devam ediyor görüşme sürecimiz, kulüp toplantımız oldu, kısa film çekimlerimiz devam ediyor, denize gittik falan derken yine koşturmacalı, yardırmacalı günleri geride bıraktık.

Onun dışındaki önemli başlıklarımız şunlar:
- Fotoğrafları da araya serpiştirdim zaten.

Perşembe, Ağustos 16, 2012

Siyah Beyaz


En yakın asker arkadaşlarımdan biri olan Neşet Bey gelmişti İstanbul'a. Dedik hem buluşalım, görüşelim, sohbet edelim, hem İstanbul'u turlayalım azıcık. Taksim Meydanı'ndan başladığımız yürüyüşüyümüzde Tünel, Galata, Karaköy, Eminönü, Sirkeci, Cağaloğlu, Sultanahmet, Çemberlitaş, Beyazıt, Kapalı Çarşı, Mahmutpaşa, Mısır Çarşısı, Sirkeci rotalarında yürüdüğümüz yetmiyor gibi, Eminönü'nden bindiğimiz vapurla Kadıköy'e vardıktan sonra da Yoğurtçu Parkı'na devam edip, annemle buluşup eve (Feneryolu'na) de yürüdük. Yorulduk mu? Bence pek yorulmadık, hem güzelce sohbet edip hasret gidermiş olduk. Neşet Bey'in de dediği gibi oradayken 5 ayı geçirememiştik bir türlü, askerlik biteli neredeyse 3 ay olmuş fark edemedik. İzafiyet işte. Sonra eve gelmekle kalmayıp bir şeyler atıştırıp çıktık, Kadıköy'e uğrayıp TRT'den ahbaplarımız Esra Hanım ve Merve Hanım'la birer çay içtik, 2 adet Fatih Bey ile tanıştık bu esnada, sonra da Rıhtım'a inip belleğimin derinliklerinden çıkarttığım 500A otobüsüne binerek Mecidiyeköy'e doğru hareket ettik. Bir de evden Kadıköy'e giderken içinde abartılı neon aydınlatmalı ve aşırı yükse sesle Serdar Ortaç çalan bir sarı dolmuşa bindik. Öyle enteresandı ki adam bence dolmuşuyla Cadde'de piyasaya çıkmıştı ama dolmuşçu refleksine yenik düşüp bizi yanlışlıkla aldı, biz oraya ait değildik. Neşet Bey'in de böylelikle ilk sarı dolmuş deneyimi travmatik oldu. Neyse 500A bizi Mecidiyeköy'e attı, biz de oradan Şişli'ye yürüdük ve dostlarla buluştuk. Gün Bey, Pınar Hanım, Tuhaffiye Hanım, Levent Bey, Asena Hanım bizi karşıladılar, Trivial Pursuit oynadık, sohbet ettik, Ankara Gazozu içtim hayatımda ilk kez, Pınar Hanım'ın aktardığı üzere muz ve çilek aromalıymış. Pek güzel kendisi, Niğde Gazozu'nu anımsattı güzel aromalarından ötürü, içimi rahat, yumuşak ve ağızda bıraktığı tat kesinlikle pek güzel. Bizi o envai çeşit gazozların olduğu dükkana söz verip de götürmeyenler utansın. Neyse oyun sonrası, yatmalar, dağılmalar oldu ama Levent Bey, Tuhaffiye Hanım ve Neşet Bey, çok da lazımmış gibi saatlerini bu sefer dünyayı değil beni ve müziğimi kurtarmaya adadılar. Dertlerimi masaya yatırdık diyebiliriz.


Dün ise Neşet Bey'le sabah Şişli'den ayrılıp okula doğru yola çıktık. Çok vakitlerdir bu diyarlarda olmayan dostum Nil İpek Hanım'la buluştuk okulda. Nice nice özlemişim kendisini. Üçümüz oturduk sohbet ettik derken Berk Bey'le karşılaştık, hazır yanımızda gitar da vardı neden sakin bir köşe bulup çalmıyoruz biraz dedik. Sonra BTS'nin arkasındaki merdiven ve merdiven altındaki alt kata giren arka kapının civarında oturup gitar çevirmeye başladık. Pek hoş bir etkinlik oldu, sırayla gitar bir bana, bir Nil İpek Hanım'a bir Berk Bey'e geldi ve herkes her tur bir beste çaldı, bunu 6-7 tur döndürdük sanırım. Bestelerini en çok beğendiğim müzisyenlerle böyle bir "gitar çevirme" seansına denk gelmek ise sanırım olabilecek en büyük şans. Umarım dinleyicimiz Neşet Bey de böyle düşünmüştür. BTS'nin altında çalışan ve penceresi bizim çaldığımız yere bakan kadın bir ara çıkıp o kadar güzel şeyler söyledi ki inanılmaz mutlu oldum. "Her gün bu saatlerde gelin, ne kadar güzel bir müzik, bunu arasak bulamayız, sizin yüzünüzden öğlen arası oldu yemeğe çıkamıyorum" şeklinde insanı tatlı tatlı mutlu eden cümlelerdi bunlar. Sonrasında bir kaç hatıra fotoğrafı çekilip okuldan ayrıldık. Bu arada dün Sirkeci'ye uğramışken hem son filmimi CD'ye bastırıp onu aldım hem de yeni filmimi siyah beyaz alıp taktım Yashica'ya, bakalım hayırlısı.

Bir de geçenlerde aklıma takılan bir konu var efendim bu Murphy Kanunları'na dair. Şimdi biz bu kalıbı olduğu gibi kabul etmişiz, türlü talihsizlikler, birbirini takip eden kötü şansla ilgili olaylara Murphy Kanunu ya da Yasası diyoruz. Merak ettiğim şu, bu tip konularda çok muhafazakar olmasam da bu Murphy isimli kişiyi yurt dışından ithal edecek kadar mı bahtı açık, talihli, şansı yaver gider insanlardan oluşan bir toplumuz. Yani bahtsızlığıyla ünlü bir Osmanlı Bey'i yok muymuş mesela Mahmut Efendi isminde? Mahmut Efendi Kaideleri ya da Mahmut Efendi Hukuku desek bu tip olaylara fena mı olurdu? Eminim ki böyle bahtsız, şansı gerektiği an gitmesi gerektiği yaverlikte gitmeyen pek çok zat-ı muhterem olmuştur bu toprakların tarihinde. Neden Murphy arkadaş? Batının talihsizliğini de almayalım bir zahmet, zaten ahlaksızlığını almaya meyilliyiz hahayt. Nereden aklıma takıldı bu mevzu kısaca özetleyeyim. Bu yaz sezonunda toplamda 5 kez öğlen uykusu uyuduysam, bu 5 uykunun 4'ünde beni ortalama senede bir kez arayan arkadaşlarım aradı. İşte bu olaylardır Murphy'yi hatırlama sebebim.

Bir de bir kaç gün evvel James Bond'un Başka Gün Öl (Die Another Day) filmini veriyordu televizyon, filmin başındaki über abartılı aksiyon sahnesine ergen gibi takılıp filmi izlemeye koyuldum. Çünkü tam "eöööh yok artık löbran" dedirten aksiyonlar bitmiş ve 869 milyar dolarlık bir zarar verilmişti ki dünya ekonomisine, filmin müziği ve jeneriği girdi, özlemişim Madonna Hanım'ın bu Die Another Day şarkısını, filmi de izlemeye başlamış oldum böylece. Jenerik bitti ve filmin ilk sahnesi olan James Bey'in idam mangası önünde sislerin içine doğru giden bir köprüde silahlara sırtı dönük yürüyüş sahnesi başladı. Tam anam adam vurulacak diyorken, ekranda bir anda bir cami belirdi ve ezan okunmaya başladı. "İşte ateistlerin açıklamakta zorlandığı bir an daha!" dedim kendime, koskoca sen James Bond gibi ajan ol, Birleşik Krallık'ın derin devletine çalış senelerce ama dön dolaş Kore'de müslüman olarak öl. Neyse ben bunları derken ekranda bir anda "İstanbul için iftar vakti." ibaresi belirdi de aklım başıma döndü.

Bu esnada başka neler oldu derseniz, Fenerbahçe über kupayı kaçırdı. Tabi bunda maçtaki enteresanlıkların da payı yok değil. Verilmeyen faul'ün ardından atılan gol mü dersiniz, 90. dakikada lehimize verilen şaşırtıcı penaltı mı. Neyse yenilmiş golün davası olmaz deyip bu konuyu kapatalım.

Bu arada pek değerli dostumuz Merve Hanım'cığımızın biricik ablası Ayşe Hanım bir blog açarak bir süre yaşayacağı Finlandiya'nın iç yüzünü bize göstermeyi amaç edindi. Ben gibi Finlandiya sever bir insan için bulunmaz bir fırsat tabi bu, size de tavsiye ederim. Çok okuyan mı bilir çok gezen mi sorusuna çok yazanın çerçevesinden her iki tarafa da kazandıran bir cevap geliyor, buradan buyurun: Bir Zamanlar Oulu'da.

Haberleri izlerken bu arada geçen gün benim kanaatimce tarihi önem taşıyan aynı zamanda bir o kadar değerli ve samimi bulduğum bir konuşmaya denk geldim. Konuşmayı izlerken akabinde başlayacak olan karalama kampanyasını tahmin etmek çok da zor olmadı ama, şapkalarından silah çıkartan insanların karşısında/içinde yüreğinden barış çıkartan bir vekil görmek beni duygulandırdı, etkiledi. Değinmeden geçmeyi kendime yakıştıramadım iflah olmaz bir romantik olarak.

Bir de geçen hafta sonu tıpkı evvelden bir kez de Merve Hanım'cığımla gittiğimiz gibi Fenerbahçe'ye tatile gittik. Bu sefer takımımız Duygu Hanım ve Selva Hanım'dan müteşekkildi ve İstanbul Yelken'de Ayasofya ve Sultanahmet silüetleri karşısında yüzerken, adeta Akdeniz sahillerindeymişçesine şendik.

Yine geçtiğimiz günlerde dev bir eser yayınladık övünmek gibi olmasın. Başbakan bizim gibi "toplum için sanat yapan" gençleri görse eminim göz yaşlarını tutamaz bizle gurur duyardı. İş arayanların dertlerini dillendiren yepyeni eserimiz Mülakat'ın klibini yayınladık. Orçun Bey ve bana yıllar sonra tekrar değerli dostumuz Can Kurban Bey de eşlik etti. Bize evini açan Umut Bey, sekreterliğimizi üstlenen Duygu Hanım, klibin montajını yapan Can Bey ve şarkıya renk katan siyahi dostumuza bir kez daha bu platformdan teşekkür eder, video'yu da bu yazıya embed etmek suretiyle sizlerle paylaşırım. Amin. Huzurlarınızda Mülakat:


Yarın -yani artık bugün- bir aksilik olmazsa Neşet Bey'le bu yakada görüşme planım var. Bir de Nil İpek Hanım hakkında son bir cümle eklemek istiyorum. Tüm ümitlerin kırıldığı, kimselerin üzerindeki ölü toprağını silkip atamadığı şu zamanlarda öyle güzel öyle heyecanla geldi ki İstanbul'a, gerçekten de hayata dönme umudu aşıladı bana. Daha da bir şey demiyorum, eminim hepimiz bu konuda hem fikiriz ki kendisi en "iyi ki var" insanlardan biri bu dünyada. Bir de sonunda uzun süredir elimde süründürdüğüm Ahmet Ümit Bey'in Sultanı Öldürmek romanını bitirdim, içim rahat etti.

Çarşamba, Ağustos 08, 2012

Oysa Ben Sarılmak İstiyorum Hayata


Demişti şair bundan sanırım 4-5 yıl evvel yazdığı şiirinde. Çok beğenmiştim ve bunu bir müziğe oturtmaya çalışmıştım kendimce, böylece bir şiir olmanın yanı sıra bir şarkı da olmuştu Cennet Bahçesi. Aradan geçen yılların ardından geçen ay buluştuğumuzda şarkının başı ve ortasında ufak tefek değişikliklere gitmiş ve şarkıyı yeniden düzenlemiştik. Yine şaire düştü bu düzenlemeyi görüntülemek ve kayda geçmek. İşte böylece ortaya çıktı belki de ilk "normal şarkı" formundaki şarkımın bu yepyeni video'su, buyurun buradan dinleyin/izleyin:




Bu yazıda da bahsetmiştim o günden. Güzel bir gündü, hani olur ya bazen herkes aynı amaç doğrultusunda inanarak bir şeyler üretir, öyle bir gündü. Neyse hazır paragraf yapmışken yeni bir konuya geçelim. Alttaki yazıda Sertab Erener'e yönelttiğim olumsuz eleştiriler hâlâ vicdan azabı duymama sebep oluyor bir kaç gündür, albümü de tekrar tekrar dinledim. Fikirlerim çok da değişmedi açıkçası. Sanırım biz Klasik Müziği çok kaliteli icracılarından dinlemeye alıştırmışız kulaklarımızı, bu sebepledir ki bana vasat gelen bir Sertap Erener performansı nicelerine şahane geliyordur. Gırtlak, çarpmalar, nağmeler, bazı komalar, güftelerdeki bazı kelimeler olmamış gerçekten de. Bunun yanı sıra albümün eğitici ve ufuk açıcı yanından aşağıdaki yazıda bahsetmiştim, bir diğer güzel yanına değinmeyi unutmuşum. Kayıt tarzı çok hoşuma gitti, gerçekten doğal bir kayıt, olabildiğince az dokunulmuş gibi seslerin doğallığına, cesaret isteyen güzel bir hareket. Neyse albümün bir güzel yanını daha yazarak gönlümü biraz daha hafifletmiş durumdayım, bu gazla yeni bir paragrafa bile geçebilirim sanırım.


Merhaba ben yeni paragraf ve konum Regina Spektor. Eş dost bilir en sevdiğim müzik insanlarından biridir Regina Spektor, sadece müthiş sesi ve piyanistliği değildir beni kendisine bağlayan; müzikal dehası ve sözlere dikkat ettikçe fark edip etkilendiğim hikayeleri. Önceden de paylaşmışımdır muhakkak ama sizi öncelikle son albümünün klip şarkısıyla tanıştırayım. Şarkıya, klibe, hikayeye ayrı ayrı dikkat edin lütfen: All the Rowboats. 2012 tarihli ve "What We Saw from the Cheap Seats" şeklinde muhteşem bir isme sahip olan bu albümde beni bir diğer derinden etkileyen şarkı da Ballad of a Politician. Tamam belki şarkının adı benim için onu diğerlerinden bir adım öne zaten çıkartmıştı ancak yine müthiş bir müzik, sözler de eklenince bu güzel isme, derinden etkilenmemek ayıp olurdu gerçekten de. Başlamışken biraz daha devam mı etsem acaba Regina Spektor'den. haydi madem gelelim hanımefendinin 2009 çıkışlı "Far" albümüne. Blue Lips vardır misal, "the color of our planet from far far away" der. Machine vardır sonra aynı albümden, "hooked into machine" hissini en iyi şekilde yaşatan. Son olarak albümün insanı fena tokatlayan bir parçası da Genius Next Door'dur, bu parçayla ilgili bir şey söylemek gerçekten zor. Bundan evvel gelen albüm sanırım "Mary Ann Meets the Gravediggers and Other Short Stories by Regina Spektor". 2006 çıkışlı bu albümün eğer yanlış yorumlamıyorsam şöyle bir özelliği var ki bu albüm Regina Spektor'un kendi başına yayınlamadığı ilk albüm, bu sebeple de bundan evvelki albümlerinin bir derlemesi gibi biraz. 2002 çıkışlı "Songs" albümünde de olan Oedipus ile başlar misal bu albüm, dudağınıza dolanıverir "long live the king" naraları. Daha bu şarkının heyecanını üzerinizden atamadan Love Affair gelir ve der ki Regina Hanım "he was perfect except for the fact that he was an engineer" ve güldürüverir insanı. Tıpkı Love Affair gibi Pavlov's Daugter isimli şaheser de 2001 çıkışlı "11.11" albümünde yayınlanmıştır bu upuzun isimli albümden yıllar evvel. Ve iş bu Pavlov's Daughter benim en ama en sevdiğim Regina Spektor parçası olabilir. Son bir şarkı söyleyeyim ve bu paragrafı kapatayım, kalanını da bir zahmet siz keşvediverin. Son şarkımız da yanlışım yoksa 2006 çıkışlı "Begin to Hope" albümünden. Ne güzel değil mi albümün adı da. Şarkımız ise Lady, nedense bu şarkının Billie Holiday'a söylendiğine dair bir his var bir süredir içimde ama ne kadar altıncı hissim kuvvetlidir pek bilmiyorum, kısacası çok da sallamayayım. Yüzlerce kez dinledim ama bu şarkıyı sanırım, çok yüzlerce kez hem de. En az benim kadar Regina Spektor hayranı olduğundan şüphe duymadığım Gülş Hanım'a da buradan bir göz kırpıyor ve bu aşırı sevimli video ile bu konuyu kapatıyorum.

Onun dışında ne yapıyorum diye merak ederseniz iş arama sürecinde paramparça olan egomu tamir etmek için araba yarışı oynuyor, arkadaşlarla görüşüyor, annemle yürüyüşler yapıyorum. Oynadığım oyun da bir halta benzese içim yanmayacak Need for Speed Undercover. Arkadaş hiç mi bilgisayar için adam gibi araba simülasyonu üretilmiyor. İlla Play Station alıp Gran Tourismo mu oynamamız lazım keyifle araba sürmek için? Neyse oyun gerçekçi olmasa da hatta kendi tabiriyle "aciton-base" bir sürüş hissi verse de, yine de iyi oynuyorum da kendime güvenim geliyor. Yoksa halimiz nice olacak şu 24 yaşında, askerliğini tamamlamış, üniversite mezunu genç statümüzle.

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

Kuleyi Nasıl Yıktık?


Geçtiğimiz hafta sonu Balcony TV Istanbul ekranlarında yepyeni bir performans video'muz yayınlandı. Saat Kulesi adlı parçamızı da böylelikle ilk kez kaydedilmiş ve paylaşılmış oldu. Saat Kulesi video'sunu izlemek, künyesini ve ilgili bağlantılarını görmek isteyenler buradan buyursun:




Gelelim şarkının hikayasine. Pek değerli şair dostumuz Levent Bey'in yazdığı pek güzel şiirlerden bir tanesiydi Saat Kulesi esasen. Tıpkı diğer sevdiğim şiirleri gibi bunun da kenarına bir yıldız koymuş, kendimce bir çarpı atmıştım "bir vakit bestelene" anlamında. Askere gitmeden önceki -tıpkı bu sıralar olduğu gibi- bir boş dönemimde de oturup üzerinde uğraşmış ve bir şeyler çıkartmıştım. Bir avuç insan haberdardı bu şarkıdan çünkü ses ya da görüntü kaydı yoktu. Askerden dönünce ve Cenk Bey'le yaptığımız konuşmalar üzerine bu Blacony TV çekiminin gerçekleşeceği belirginleşince, yeni şarkılardan birini çalalım diye düşünüp bunu seçtik. Ardından ekibimizi de Umut Bey'in bas, Kerem Bey'in gitar çalacağı, benim de söyleyeceğim şekilde oluşturduk. Kerem Bey bu arada bahsetmişimdir muhakkak ama, yolu Emir Bey'le kesişen ve benim şarkılarımı gitarla çalmayı benim dışımda tek bilen insan olma özelliğini taşıyor. Her neyse şarkı yeni olduğu için bir kaç prova yaptık geçtiğimiz ay, bu esnada çekim yaklaşık bir ay ertelendi, 2-3 kez bizim birlik bütünlüğü grupça sağlayamamamızdan bir kez de Balcony TV cephesindeki kadrosal eksiklikten. Neyse çekim günü misafirimiz Orçun Bey ve dostumuz Gültuğ Hanım'ı da yanımıza katıp gittik Bahçeşehir Üniversitesi'nin terasına. Çok keyifli sohbetler ettik, pek eğlendik, çekim yaptık, güldük derken gayet samimi bir video'muz oldu. İzleyenler başındaki ve sonundaki röportaj kısmında çok eğlenmekten cool olamayışımı fark etmişlerdir. Cenk Bey ve Kubilay Bey'e tekrar bu güzel video için teşekkürlerimizi sunalım bu vesileyle.


Güzel bir başka video'muz daha pek yakında yayınlanacak. Cennet Bahçesi'nin yeniden düzenlenmiş hali. O kadar çok yayınlanan ve yayınlanacak şey birikmiş ki geçen aydan, resmen üst üste binmesinler diye uğraşıyoruz. Adeta Evliya Çelebi gibi ben de rüyamda peygamberi görmüş de dilim sürçüp "İcraat ya Resulullah!" demişim gibi hissettim kendimi. Yashica fotoğrafları ve Saat Kulesi ile başlayan bu süreci sanırım Orçun Bey'in fotoğrafları, Cennet Bahçesi ve Mülakat isimli yepyeni Orçun Bey, Can Bey ve ben klibi ve şarkısı takip edecek yakın vadede. Hatta kalın.

Pazar günü blog yazamayışımın hırsını bugün yazarak çıkartmaya çalışmam da dikkatli gözlerden kaçmamıştır eminim, ama bu aralar çalışmayan bir ev beyi olarak "bana her gün pazar" ruhunu yaşıyorum. Pazar günü de gerçi hayırlı bir vesileyle blog yazamadım. Şöyle ki Can Bey'in pek keyifli bir kısa film projesi vardı. Duygu Hanım ve benden bir ekip oluşturdu. Dün de sabahtan bizleri alıp Kireç Burnu'na götürdü ve deneme çekimlerimize başladık. Ben projenin müzik yönetmeniyim ahahahaha ne kadar havalı oldu böyle deyince arkadaş. Neyse dünkü çekimlerden ve muhtemel haftada bir yapılabilecek gelecek çekimlerin ardından tahminen bir aylık bir süreç sonunda nur topu gibi bir filmimiz olacak. İşte dün sabahtan ta akşamüzerine kadar dışarıda olmamın sebebi buydu, ardından da teyzemlere geçtim iftara. Gece yarısı olmuştu eve dönerken.


Dönüş yolunda da ağabeyin birinden bulduğu "Ey şûh-i Sertab" albümünü dinledik. Diyeceksiniz niye yeni paragrafa geçtin çünkü albüm eleştirisi yazmaya karar verdim. Yahu Allah sizi inandırsın Sertab Erener'in yaptığı herhangi bir işin olumsuz yönlerini göreceğim/dinleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama akla gelmeyen başa geldi olaylar gelişti. Albümü -her Sertab Erener albümünde olduğu gibi- çok büyük bir heyecanla dinlemeye başladım, ilk iki şarkı geçti, dedim dur sabret açılır daha sesi diye kendimi avuttum, sanki amatör bir şarkıcının konserindeyim de, neyse albüm geldi geçti, işitsel olarak müzikal alt yapı gayet güzel geliyordu kulağa, özellikle ritimler, sonra kartonete baktım zaten Nağme Hanım'ın babası Fahrettin Bey'in parmağı varmış bu işte -literally olarak parmağı olmak-. Yani nasıl desem bilemiyorum ama ilk kez Sertab Erener'in sesinin bir müziğe gitmediği hissini yaşadım, hem de iyi söyleyeceğine dair hemen hemen kesin bir inancım olan bir müziğe. Bir Tarkan yokmuş demek ki Sertab Erener'in içinde. Ben ki kendisinin "One More Cup of Coffee" yorumunu bile çok sever çok savunurdum beğenmeyenlerin karşısında, nasip, kendisini bir müziğe yakıştıramamak da varmış kaderimizde. Onun dışında kartonet gayet hoş, şarkı seçimleri ne yazık ki pek klişenin dışına çıkamamış olsa da repertuvarda bir Tanburi Mustafa Çavuş, bir Lem'i Atlı görmek beni sevindirmekle kalmadı ve eminim benzer zevklere sahip dostlarımı da sevindirmiştir. Türk Müziği çevrelerinde bu albüme yapılan eleştirilere baya kızmıştım ilk başlarda, daha albümü dinlemeden, öyle ölesiye bir güvenle, ancak şu an istemeyerek de olsa hak vermeden edemiyorum çoğuna. Yine de albümün şöyle güzel bir misyonu olacaktır, yıllar önce "Makber" şarkısının benim yaş kuşağımda pek çok gencin hayatına Sertab Erener'le girmesi gibi; bu müziğe uzak olan insanlar bu şarkıları, bu sesi, bu enstürmanları, bu beste ve güftekarları Sertab Erener vesilesiyle tanıyacaklar ve belki de sonunu hiç kestiremedikleri bir yolculuğa başlayacaklardır bu albümle. Umarım böyle olur.

Çok da haddim olmayarak müzik konusunda bunca ahkam kesmişken ve çok çok üzülerek hayatımda belki de ilk kez olumsuz olarak Sertab Erener'i eleştirmişken, bu son bir kaç gündür çok dinlediğim ve çok etkilendiğim bir parçayı da sizlerle paylaşayım. Three of a Perfect Pair adlı King Crimson şarkısının efsanevi solo performansı için buraya buyrun, albümdeki efsanevi kaydı için de buraya! Emre Bey'ciğimin de İtalya'dan memlekete dönüşüyle kesişmesi baya manidar oldu King Crimson'un. Şimdilik esen kalın, bu aralar sık blog yazar oldum Allah sonumuzu/sonunuzu hayır etsin, amin. Ayrıca ben bu satırları yazarken Orçun Bey yukarıda bahsettiğim sıraya sadık kalarak İstanbul gezisi fotoğraflarını yayınlamaya başlamış.

Cuma, Ağustos 03, 2012

Yürüyen Merdiven


Öncelikle bardağa düşen haşerata değineceğim bu yazıda. Sonra başka konulara gelinir elbet, konu konuyu açar. Annemle buluştuk geçtiğimiz günlerden dün. Galata'dan Karaköy'e inen yokuşu bitirmiştik tam orada bir büfemsi kafemsi var ağaçlar altında üç yolun arasındaki köşede. Bir çay içelim diye oturduk, çayımın gelip masaya konmasıyla bir böceğin -belki de bir börtünün- düşmek yapraktan suretiyle bardağıma katılım göstermesi bir oldu. Neyse dedik kısmetimizde varmış, çay kaşığıyla bu boğulmuş dostumuzu çaydan uzaklaştırıp çayımızı içtik. Aynı günün devamında Eminönü taraflarında bu sefer bir soluklanmak üzere Saray Muhallebicisi'ne oturduk. Hava basık çünkü, bu yüzden sık sık soluklanma ihtiyacı duyuyoruz. Hani derler ya böyle "bir yağsa rahatlayacak" diye aynen öyle, hatta genç komutanlarımızdan biri bu cümleyle muhabbete girilemeyecek esnaf olmadığını facebook'ta belirtip beni baya güldürmüştü. Neyse oturmuşken üzerinize afiyet bir limonata içeyim dedim, nedense eğer yeterince limonata söylersem havalı biri olabilirim gibi düşünmüştüm o an. Limonatam geldi üzerine de taze nane yaprağı koymuşlar onlar da az havalı değiller çünküi, biraz daha kassalar kim bilir belki de 17TL'ye satılabilir bir görselliğe ulaştıracaklar o bardağı. Neyse yaprağın üstünde ufak lekeler vardı ki hiç rahatsız olmam bu tip şeylerden, onları incelerken bir de elf bakışlarım ne görsün, bu lekelerden birisi hafif hafif hareket eden sevimli ve minicik bir tırtıl değil mi. Bu gözlemleri yarım saniyede yaptığım için daha garson ayrılmadan kendisini durdurup, "burada canlı bir arkadaş var" dedim. O da gözlerimden şüpheli haspam "üzerinde lekeler olabilir" dedi. Dedim "yok bu leke hareketli" ve tırnağımın ucuyla ufakça dürttüm tırtılı ki hareketlensin bir kendini göstersin. "Değiştireyim hemen" diyerek alıp bardağı gitti, artık aynı limonataya farklı yaprak mı koydu ne yaptı bilmem ama bu, o tırtılı son görüşümüz oldu.

Ahmet Ümit Bey'in Sultanı Öldürmek romanını okuyorum bayadır. Ama gerçekten bayadır. Hatta önceki bir yazıda belirtmiştim, ilk başlarda bir kaç sayfa okuyup bir kaç saat uyuyakaldığım için sırf o kitabın başını değil az daha okuduğum tüm kitapları unutuyordum diye. İşte bu kitap hâlâ elimde can çekişiyor, güzel de kitap içimden bir ses dev bir şizofreni çıkacak işin içinden diyor gerçi en başından beri ama belli de olmaz. Neyse araya günler girdi haftalar girdi buna rağmen son iki gün metrobüste, trende, vapurda okudum biraz biraz. Bitireceğim bakalım ne çıkacak, Ahmet Ümit Bey'i severiz ne de olsa.


Yine aynı dün şöyle talihsiz bir olay yaşadım, bir mülakata girecektim ve bu yüzden dedim ki tıraş olayım da sakallarımı keseyim, çünkü sakallı adam at hırsızı sakalsız adam da dünyanın en iyi, en çalışkan, en zeki adamıdır. Neyse sakalımı tıraş etmenin gazıyla bıyığımı da düzelteyim dedim, makas ve tıraş makinesi yardımıyla ufak darbelerle düzeltirken aynada gitgide bir yerel yöneticiye, hatta vekile hatta genç iş adamı, dernek üyesi ya da vakıf başkanına dönüştüm. Bıyığına da hükümetine de diye celallenip kestim attım güzelim 80-90 günlük bıyığımı. Hep hükümetin suçu bunlar hep! Neyse bu arada gittiğim mülakattan da bahsedeyim. Katıldığım şey bir grup mülakatıydı. Hayatımda ilk kez böyle bir şeye katıldım baya endişeli gitmiştim ama eğlenceli geçti, sizler de bir gün girersiniz böyle bir mülakata diye fikriniz olsun isterim. Kurumsal şirketler ve tahminimce aynı anda yüksek sayıda insanı seçerek işe alacak yerler bu yöntemi veya benzerlerini kullanıyorlar sanırım işe alım sürecinde. Neyse 8 kişi toplantı odasına alındık, üç tane de yönetici vardı karşımızda evvela kendilerini tanıtıp sonra da üçer dakika kendimizi tanıtmamızı istediler. Detaylı bir tanıtma bekliyorlardı, sırf eğitim değil katıldığımız veya ilgilendiğimiz diğer şeylerden de bahsetmemizi istediler. Bu tanışma faslı bitince bize bir problem verdiler ve bunu 20 dakikalık bir süreçte tartışarak ortak bir çözüme kavuşturmamızı istediler. Problem şöyleydi, metroda çökme oluyor ve 10 kişi aşağıda mahsur kalıyor. Biz kurtarma ekibiyiz ve her 10 dakikada 2 kişi kurtarabiliyoruz ama göçük tehlikeli ve aşağıda kalanların her an ölme riski var. 2'şer kişilik bu beş grubu nasıl oluştururuz ve aşağıdaki insanları hangi sırayla kurtarırız. Göçükteki karakterler de şöyle: Bir genç çift, bir yaşlı çift, bir iş adamı, bir cerrah, bir bilim adamı, bir şizofren, bir hamile, bir kalp hastası.Bizim çözümümüzü anlatmayacağım ama çözerken eğlendik. Neyse ki gruptaki insanların neredeyse yarısı politika benzeri bölümlerden mezundu ve benzer hassasiyetlerle kurtarma kriterlerimizi belirleyip süre bitmeden tartışa eğlene bir sıralama yaptık, tabi bir ton nokta var göz önünde bulundurmak gereken. Dediğim gibi gruptaki insanlardan da olsa gerek bir gerginlik, tartışma ya da sonuçsuzluk yaşamadık çok şükür. İzleyen yöneticiler de tahminimce planlama gücümüze, çözüm yollarımıza, birbirimize ikna etmemize ve tartışma tarzlarımıza baktılar. Siz de bir gün bir grup mülakatına çağrılırsanız böyle bir şeyle karşılaşabilirsiniz ey sözel bölüm mezunları aklınızda olsun. Evet bu da böyle bir anımdır.

Yine aynı dün akşam da Sakareller'den Başar Bey ve Barış Bey ile buluştuk ve Metin Bey ile Barkın Bey'in stüdyolarına (Peyoteyp) gittik bundan neredeyse 2 sene evvel yaptığımız aranjmanlardan oluşan EP kaydını dinlemek, konuşmak ve sonuçlandırmak üzere. Teoman Bey'i de gördük ki kendileri de Acaipademler'in ikinci albümünü bitirmek üzerelermiş. Metin Bey ve Barkın Bey demişken Replikas'ın son albümü Biz Burada Yok İken'i dinleyememiş olmanın da ezikliğini halen yaşamaktayım. Kayıtların üzerinden geçtik, sohbet ettik, güldük eğlendik ardından Barış Bey ve Başar Bey'le biraz daha konuştuk hem hayatlarımızdan hem de olası EP'ye dair oluşmuş fikirlerimizden. bizimkilerle buluşmadan evvel Peyote'de otururken de orada çaldığımız ve rockstarvari hissettiren günleri de özlemedim ve düşünmedim değil. EP aşağı yukarı Sandık parçasının hissiyatında olacak sanırım ses olarak which is good.

Yahşi Kameram Yashica ile çektiğim son 2 film de sonunda elime ulaştı. Pamuk Ticaret'in "tatil başladı" yazısıyla karşılaşmıştım geçen gidişte ama bu sefer açıklardı. Al Pacino Bey'e benzeyen Şehabettin Bey'e "tatil bitmiş" dedim ama cesaretimi toplamam 1 saat 45 dakika sürdü bunu diyebilmek için. O da "geldin demek" diye gülümsedi. Sonra biraz muhabbet ettik ben cd'leri beklerken siyah beyaz fotoğraf çekme üzerine, havalara ve tatile dair. Tabi ki "yağsa rahatlayacak" diye girdim konuya. Bu sefer daha insan temalı fotoğraflar var, bugün yarın yüklerim herhalde facebook'taki albüme. Bir diğer heyecanla beklediğimiz fotoğraf albümü de İstanbul gezisini tamamlayan Orçun Bey'den gelecektir bu yakınlarda.

Son olarak şuna değinmek istiyorum ki ayakkabınızı bağlamak için yürüyen merdiven bulunmaz nimet. Hem vakitten hem yoldan kazanıyor hem de sörf yaparmışçasına mutlu oluyorsunuz.

Perşembe, Ağustos 02, 2012

Yaşar Usta



Geçtiğimiz hafta boyunca Orçun Bey'i ağırladık İstanbul'da. Merve Hanım'cığım olsun, Ilgın Hanım olsun pek çok üst düzey dostumuzun İstanbul'da olduğu, bu sebeple yoğun geçeceği her halinden belli olan bir haftaydı. Bu gelişmelerin yanı sıra adeta ölü diyebileceğim bir tempoda hareket eden iş başvuruları sürecim de tam olarak aynı haftada hızlanmaya karar verdi. Üstüne üstlük bir de haftalardır -utanmasam aylardır diyeceğim- ertelediğimiz BalconyTV çekimi de aynı günlere denk gelince değmeyin dedim keyfime. Eve giremez oldum. Bir de üstüne Orçun Bey ve yıllardır birlikte üret(e)mediğimiz dostumuz Can Bey'le bir şarkı yapmaya karar verince, yoğunluk adeta ele gelir, gözle görülür somut bir hâl aldı. Lezzet durakları, kültür gezileri, dost buluşmaları, kulüp toplantıları, müzikal üretim süreçleri derken her şeyden önemli ve iz bırakıcı olarak aklımda kalan şey ise Yaşar Usta oldu. Senelerdir duyup bir türlü denk getirip gidemediğim bu yer, meyveli dondurmaya olan sevgimi geliştirdi gerçekten de. Beni tanıyan dostlar bilir sek çikolatalı dondurma yerim senelerdir. Ancak burada yediğim çilekli dondurma beni derinden etkiledi. Şeftali, kavun, incir, kayısılı dondurmalar da gerçekten şaşırtıcı ama çilekli şaka gibi geldi bana, "olmaz böyle şey" dedirtti. Neyse ilk gittiğimde 10 top dondurma yedim çok affedersiniz ve şu daracık süreçte 4 kez gittim sanırım bunca yoğunluğun arasında. 10 top yiyebilmemde topların ufaklığının ve 1TL oluşlarının da payı büyük tabi ama ben şu çeyrek asırlık ömrümde toplamda 10 top meyveli dondurma yemedim "haydi şunu da deneyelim" diyerek. Siz de Yaşar Usta'ya gidin, yeri Bostancı'da. Şayet Minibüs Yolu üzerinden gidiyorsanız Lunapark'ın kavşağına gelmeden evvel bir benzinci var yolun sonunda (Kadıköy yönünden gelirken) o benzincinin tam karşı sokağında hemen sol tarafta. Ancak araçlıysanız sokak ters yön, ona göre ya dolanıp gelin ya da benzincinin sokağına yani karşı sokağa park edin yürüyün, zaten sokağa girince solda hemen 2 adımlık yer. Son duyumlarıma göre Cadde'de ve bizim okulda bu dondurmayı satan yerler açılmış ya da mevcutmuş. Bu denli yoğun bir haftayı anlatmaya kalksam çok uzun bir yazı olacaktı ben de dondurmayı seçtim konu olarak. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere şen ve esen kalın.