Pazar, Nisan 22, 2012

Şafak Demiş Coni Moni (Polatlı Günlükleri XII)



Aslında bu aralar aşağıdaki yazımda bahsettiğim ödüllerimden ötürü her hafta çarşıya çıktığım için buraya yazmak için pek yeni bir şey biriktiremedim. Yeni olaylar yaşamadım mı, yeni kitaplar okumadım mı ya da aklıma sevdiğim şarkılar gelmedi mi tabi ki yaşadım / okudum / geldi lakin bugün bunlardan çok bahsetmeyeceğim. Umarım ki bir aydan bile kısa bir süre sonra asker olmayacağım ya da bir ay sonra bugün büyük ihtimalle kendi bilgisayarımı kullanıyor olacağım diyelim. Mail'lerimde bir şey ararken şunu buldum ve Polatlı'da geçirdiğim en güzel 2 gece 3 güne geri götürdü bu fotoğraf beni, bugünlük sadece bunu koyuyorum, daha güzel nice günler yaşamak dileğiyle! 

Pazar, Nisan 15, 2012

Pop Müzik Ödülleri (Polatlı Günlükleri XI)


Kaç zaman oldu blog yazamadım pek değerli misafirlerim oldu Polatlı bölgesinde keza, onlara vakit ayırdım blog yazıp toplumu aydınlatacağıma! Ahahah. Öncelikle son blog yazdığım günden başlayayım, hastaneye çıkmıştım o gün ve dizimin iyileştiğini öğrenmiştim, yazı da atlatırsam sanırım hiç bir sıkıntısı kalmaz. Komutanlar bu konuda "terhisin yaklaştı ya ondan iyileşmişsindir" yorumunda bulunuyorlar. Neyse hastanede tam içeri girdim sıram geldi derdimi anlatıyordum, kapı açıldı içeri iki asker bir albay girdi, sivil kıyafetle olmama rağmen öyle bir ayağa fırladım ki panikle camdan aşağı atlıyordum az daha, işte hiyerarşi böyle bir şey Okan Bey'in tabiriyle bir başka "over-reaction" durumu. Doktor da dizimin iyi olduğunun söyleyince sordum kendisine, tekrar eder mi acaba diye, kendisi de zorlamamam gerektiğini ama tekrar etmemesiyle ilgili bir garanti veremeyeceğini şu cümleyle belirtti: "Her sene tekrar nezle olabiliyoruz." İçimden "gerçekten de bravo" dedim, sonradan Salih Bey'le bu konuyu değerlendirirken bu mallığın Polatlı genelinde olduğunu ve bölge ahalisine özgü olabileceğine karar verdik. O gün Cüneyt Bey de dışarıdaydı kendisi kantincilerimizdendir, İkbal's Bistro adlı -ki adına günlerce gülerim o ayrı konu- büyük şehirvari mekanda oturduk, üzerinize afiyet o şinitzel yerken ben de pizza yedim, kendimizi çok medeni hissettik o an! İstanbul'daki lezzet duraklarından konuştuk yemek boyunca, dönüş yolunda da Avukat İsmet Bey ile tanışıp ahbap olduk. O geceydi sanırım Yusuf Bey'le sohbet ederken müthiş bir kilitlenme yaşadık ve "How I Met Your Mother" dizisinin adı 15-20 dakika aklımıza gelemedi. Sonra bataryalarımıza ayrılmıştık ki ben bir an buldum sanıp, terliğimle koşarak yan bataryaya gittim ve "Seinfeld!" dedim, meğersem bulamamışım da Yusuf Bey hatırlamış, "Annenle nasıl tanışmıştım?" deyiverdi. Hüsranla dolup bataryaya döndüm.

Şu şarkı da notlarıma bakılırsa o günlerde aklıma gelmiş, tehlikeli sesli ablalarımızdan biri, dinleyin siz karar verin: Elysian Fields - Black Acress

Lord of the Rings efnsanesini bir kez daha bitirmiş bulundum bu esnaOda ki bir kez daha belirtmekten çekinmiyorum bu kitap dünya üzerinde en iyi kaleme alınmış destandır. oradan bir alıntı daha yapmadan geçemeyeceğim, hatta askerlik bitince de bu cümleyi kurarım yeri gelirse: "Dreamlike it was, and yet no dream, for there was no waking."

Rüyalarım dolu dizgin devam etmekte, bir rüyamda gitarımı kurutmalıkta gövdesi parçalanmış olarak buluyorum, haliyle çok üzülüyorum ama ortada bir şüpheli veya kanıt yok, Salih Bey'e rüyamda rica ediyorum bu işi bir araştırıver kulağın delik olsun diye. Başka bir rüyamda da Ceren Hanım ve Melis Hanım'la planlar yapıyoruz evci izni konusunda sanki beni evciye çıkarabileceklermiş gibi, ahahaha.

Bir diğer önemli ve hüzünlü olay ise Merve Hanımcığım'ın hediyesi olan Faber-Castell Grip Finepen 0.4'ün bitmiş olması, kaybımız büyük.

Aşağı yukarı her gece en az 15-20 dakika yıldızları seyretmezsem içim rahat etmiyor, bazen solo, bazen Yusuf Bey'le yapıyoruz bu işi, malum gececiler olarak delireceksek de birlikte delirmeliyiz, aramızda böyle bir dayanışma olmalı. Merak etmeden duramıyor insan: "şu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye" diye. Kim bilir? Kimse bilmez belki de hakikaten.

Yavaş yavaş bahar geldi gerçekten de, inanır mısınız buraya Polatlı'ya bile! Hoş bahar geldikçe havalar ısınıp günler uzadıkça düşünmeden edemiyorum burada ne işim var diye ama az kaldı sabretmek de fayda var. Saatleri alma konusuna da değinmeden geçemeyeceğim, saatleri aldığımız ilk günlerde özellikle koğuş kalk saatimiz karanlığa denk geldi bir süre, şimdi şimdi tekrar aydınlanmaya başladı hava ama karanlıkta milleti uyandırmak tam bir acemilik dönemi hatırası, acemilik demişken askeri tabirle "biletlerimiz bot bağladı". Bu baya mutlu edici bir haber, yani bizden sonraki kısa dönemler de artık asker! Hoş geldiniz 345'ler diyeceğiz çok yakında, onların acemiliği bitince ve bizim oralara geldiklerinde.

Akılsız başın derdini ayaklar çeker şeklindeki atasözümüz baya enteresan. Bu cümlenin yapısından da fark edebileceğiniz gibi akılsız başın sahibi ile ayakların sahibi aynı özne olmadığı gibi, baş akılsız olduğu için ayakların sahibinin de akılsız olacağını belirten bir durum yok. Ancak başka akılsız başların cezasını gün geliyor hepimiz çekiyoruz, ne yapalım, kaders kısmets.

Yusuf Bey geçtiğimiz haftalarda müthiş bir teklifle geldi, dönüşte seni Bursa'ya kadar atalım istersen oradan İstanbul zaten yakın dedi. Ben de pek sevindim içten içe ama "hem ailesine yük olurum" endişesiyle hem de biraz cool bir insan olduğum için ilk anda bu sevincimi çok dışa vurmadım. Ahahah. Sonradan fark ettim ki bu artık askerlik sonrası için yaptığımız ilk gerçek plan! Ne güzel şeyler bunlar yahu.

Sabahları 15-20 dakika televizyona bakacak vaktim oluyor millet kahvaltıdayken. İki tane müthiş şeye denk geldim Dream TV'de bu daracık süreçte iki ayrı günde. Birincisi milyonlarca kez dinlesem bıkmam diyeceğim şarkılar listesinden Wolf & I isimli güzide eser, diğeri de Emir Yargın Efendi'nin yeni klibi Bu Gece'ydi. Böyle güzel sürprizler, efendime söyleyeyim ufak mutluluklar olmazsa hayat geçer mi hiç? Geçmez hiç.

Her gelen misafirimden yüzsüzce kitap istiyorum, sonrasında valizimin 57 kg daha ağır olabileceğini görmezden gelircesine, hatta kitap istemekle de kalmıyorum şayet misafirim çarşıya denk gelirse bir de laptop istiyorum, çok havalıyım ya hep ondan. Geçtiğimiz haftalarda Ceren Hanım ve Onur Bey kardeşler de Polatlı'ya geldiklerinde durum bundan hiç de farklı gelişmedi, tek üzücü yan çocuğun macbook'una çay dökülmesiydi, vicdan azabımız büyük. Ceren Hanım Alman hayatından, master'dan falan bahsetti ve bir an içim cız etti ama sonra artık çok geç olduğunu fark ettim. Yine de sunumlar paper'lar kulağa ne de hoş geliyor, Onur Bey ise okulunu bitirmek üzereymiş ve askere gelmek konusunda enteresan bir hevese sahip, kendisiyle bu konuyu tekrar detaylıca değerlendirmeliyiz. Ayrıca Emir Yargın Efendi ve Gültuğ Hanım'ın kısa birer mektuplarını da getirdi Ceren Hanım. Müthiş Polatlı günleri arasına girdi böylece bu güzel gün de!

Lord of the Rings'in sonundaki ekler kısmına gelince tam emin değilim, aklımda kaldığı kadarıyla karşılaştırıyorum ama Türkçe çevirisine göre çok daha geniş bir bölüm sunuyor, özellikle Gondor tarihine dair.

Neyse Ceren Hanım'ın getirdiği kitaplardan birincisi olan Aytmatov'un Beyaz Gemisi'ni bitirdim hemen, zaten ince de bir kitaptı. Kitabın Ötüken Yayınları'ndan çıkması Ceren Hanım'ın içindeki reis yönünü bana bir kere daha hatırlatırken, kitap da genel hatlarıyla hoşuma gitti. Başları dağ, bostan, bahçe, kır hayatı anlatıyordu bolca ki genel olarak uzak olduğum şeyler olduğu için azıcık sıkıldım ancak ilerledikçe güzelleşti ve hızla bitti.

Belirtmeden geçemeyeceğim ki Pınar Hanım'dan çok komik çok eğlendiğim bir mektup aldım. Bana kendi cümlesiyle "Paris'teki sefil hayatından" dem vuruyordu, "peki ben ne yapayım ulaaaan" diye bağırmamak için kendimi tuttum. Pek güldüm ama okurken.

Bir de geçenlerde çok önemli bir hareket daha yaptım, kendime parfüm almıştım biraz daha insan gibi hissedeyim diye ve parfüm sıktım! Yo yo sanmayın ki hayvanlar gibi kokuyorum aylardır, tabi ki deodorant olsun, stick olsun kendimce önlemlerimi alıyor ve askeri standartların üstünde bir bakım gösteriyorum ancak parfüm ayrı bir konu, gerçek hayattan bir esinti. Evet deliriyor olabilirim ama olsun.

Geçenlerde bu Ceren Hanım'ın getirdiği kitapları imzalatmak için Binbaşı'nın odasına girdim, tekmilimi verdim tam kitapları imzalatmak için geldiğimi belirtirken, cümleyi süper kuramayıp hık mık ettim. Evet insanlar gerçekten hık mık edebiliyorlar bunu bizzat yaşadım. Sonra getir imzalaylım dedi. O sırada yaklaşınca, "bembeyaz kalışmışsın sen gececiydin değil mi, seni gündüze alalım da azıcık yüzüne renk gelsin" dedi, ben de "komutanım benim cildim beyazdır zaten (İngiliz lorduyum ya), ayrıca gececilikten ÇOK memnunum" dedim, artık çok derken nasıl bir bağırdıysam "çok mu memnunsun?" dedi, "evet" dedim, güldü. O esnada bir kaç saçma diyalog daha geçti aramızda ama çok olumlu bir imza günü oldu benim için genel hatlarıyla.

Ceren Hanım'ın getirdiği ikinci kitap olan Bozkırkurdu'nu da okudum takip eden günlerde, çok zamandır okuduğum en başarılı bulduğum eserlerden biriydi sanırım. Müthiş tespitler ve bugüne dek denk geldiğim en iyi "burjuvazi içinde sıkışmış üreten insan" tanımı var kitapta. Çok az kitap vardır ki okuduğum, bu kadar çok sayfasını kıvırayım, bir alıntı yapmamak ayıp olur madem: "Nasıl ki delilik yüksek bir anlamda tüm bilgeliğin başlangıcıysa, şizofreni de tüm sanatın tüm düşlerin başlangıcıdır."

Hah bu arada bugünkü çarşım normalin dışında bir çarşı. Nasıl çarşıya çıktığımın hikayesini anlatmadım daha size. Geçtiğimiz günlerde silahlıkta oturuyordum akşam erken saatlerde ve elimdeki evraklarla ilgilenirken bir yandan da ıslıkla Topçu Marşı çalıyordum (WTF). O gün bataryada/bataryaca en çekindiğimiz üsteğmen nöbetçiydi ve ben onu içeride bir yerlerde sanıyordum, meğersem iki yanımdaki subay çalışma odasındaymış, geldi ve "sen miydin ıslık çalan" dedi, "ow shit" diye düşünüp "bendim komutanım" dedim esas duruşa geçerek, "benle gel" dedi, sesli olarak "emredersiniz" derken içimden "kim bilir nelere yan basacağım birazdan" diye geçirmeden edemedim çok afedersiniz. Birlikte gazinoya girdik, bataryadaki askerler nöbetçi uzmanla birlikte komutanlık saati yapıyorlardı. Üsteğmen sordu "kaçınız Topçu Marşı'nı biliyor" diye, 3-5 kişi el kaldırdı yaklaşık 20 kişilik bir gruptan, "arkadaşınız şimdi size ıslıkla çalacak" dedi, "komutanım normal söylesem" dedim, "ISLIKLA ÇAL" dedi, "emredersiniz" dedim ve esas duruşta ıslıkla Topçu Marşı çaldım. Yıllardır düştüğüm en komik durumdu sanırım. İçimde sürekli ya biriyle bakışır da gülersem ya da ıslığım yetmezse endişesiyle, ama askerlik böyle bir şey işte, ne zaman size ne yaptırılacağı hiç belli olmuyor. Islıktan sonra "şimdi de söyle" dedi üsteğmen, ben de 3 bölümünü de gür bir sesle söyledim, bir tek kelime hatası yapmışım sonradan üsteğmenin düzelttiği üzere "boğar" kelimesi yerine "sarar" demişim. Ne kadar sevgi dolu bir insanım halbuki. Neyse marşı bitirince "bu adama çift çarşı yazın" dedi, böylelikle bugün de kendimi çarşıda bulmuş oldum. Sonrasında da bana verilen iki saat sürenin sadece 45 dakikasında -bir de sigara molası vermemize rağmen- Topçu Marşı'nı gençlere öğrettim ve genel bir beğeni seviyesinin üstüne çıktık. Böylelikle bildiğim bir işi yaparak bileğimin hakkıyla ilk ödülümü kazanmış bulundum.

Geçen hafta çarşıda bu arada havanın güneşli olmasından kelli hayatımda gördüğüm en kötü ilk üç güneş gözlüğünü arka arkaya gördüm ve utanmasam keşke güneş çıkmasaydı diyecek duruma geldim.

Buradaki ikinci not defterime geçtim, tabi ki Keskin Color'un üstten açılan ufak not defterlerinden şaşmadım. Çok güzel bir defter, Keskin Color bu işi biliyor! Ahahah gayet ciddiyim. İkinci deftere geçişimin iki gün evvelinde Mustafa Bey ve Dilan Hanım Polatlı'ya geldiler! Güzel güneşli bir gündü, bol sohbet ettik en çok da BÜTMK'e dair. Balkan turnesinin hazirana kaldığını mutlulukla öğrendim lakin az önce gördüğüm bir maile göre öğrenci olmayanların ulaşım masrafları karşılanmıyormuş okul tarafından, haziran'da asker dönüşü muhtemelen en sefil dönemim olacağı için baya zor bir ihtimal Balkanlar'da şarkılar söylemem, belki yine de dönem sonu konserine yetişirim BTS'ye. Bir de Mustafa Bey bana iki video izletti, tabi burada komik videoların gerisinde kalıyoruz ister istemez. İlki şu, ikincisi de bu. İkincisine neredeyse Noterin Düşüşü kadar güldüm diyebilirim.

Aynı gün Ulaş Bey ve ağabeyi Orkun Bey'le karşılaştık. Tesadüfen blog vesilesiyle anneleriyle mesajlaşmıştık facebook üzerinden. Ulaş Bey de aldığım duyumlara göre kayıp başlık vakasını çözmüş. Ağabeysi Orkun Bey ise evvelden Alt grubu vesilesiyle bildiğim/dinlediğim bir müzisyenmiş, kendi işlerini de buradan görebilirsiniz ne güzel müzikler yapılıyor dedirten bir sayfa. Neyse ki hâlâ güzel müzik yapan insanlar var! God bless you, hahah. Eve gidince daha detaylı dinlemek lazım tabi. Bu arada yazıyı yazarken daha çok şarkı dinledim siteden, keşke daha çok vaktim olsaydı dedirtti bana bu şarkılar!

Mustafa Bey'lerin ziyaretinin bir gün sonrasında da Umut Bey geldi bizim oraya ziyarete. Kendisiyle nizamiyede oturduk 2-3 saat sohbet ettik, süper komik bir şekilde içeri IPad'ini sokmuş bana bir video izlettirmesi gerektiğini öne sürerek. Ham halini izleyip müthiş beğendiğim bu videonun son hali ise işte tam burada!

Bir de Salih Bey'in evci çıktığı gece rüyamda kendisini gördüm, keza kendisi de beni görmüş rüyasında, düşünün artık nasıl bir bağ kurduysak aramızda bir gün birbirimizi göremeyelim rüyalarda buluşuyoruz. Rüyamda Salih Bey'in evine gidiyordum kalmaya, farklı odalarda kalıyorduk ancak saat 06:00 civarında biri koğuş kalk yapıyordu ve banyoda aynı aynanın önünde traş oluyorduk uykulu gözlerle, ne kafalar, ahahaha!

Hafta içi ne zamandır yaptığım nadir faydalı işlerden birini yaparak bataryanın önündeki iki sıra ağacı suladım. Rüzgarlı ama temiz bir hava vardı akşam, kendimi bir an köydeymiş gibi hissettim Yeleme'de, sanki senelerimi köye ve tarıma vermişçesine böyle bir cümle kurmak istemezdim ama öyle hissettim yapacak bir şey yok. Son yaptığım benzer sulama 5 yaşındayken lojmanın bahçesindeki güllerin altındaki hortumun yerini değiştirmekti, İclâl Teyze ve o günler geldi geldi aklıma. Ardından da Levent Bey'in blogundaki o güzel cümle: "Çocukluğunu herkesten iyi hatırlayan kimse, odur kazanacak olan, kazanılacak olan her neyse." Haritada K harfleri bitti sanırım İ'ler de bitiyor ki 3 güzel şehir boyanıverdi arka arkaya: İzmir, İstanbul ve İçel. Neden İçel neden Mersin diye çok düşündüm bir yere varamadım, sanırım neden Antakya neden Hatay diye de düşüneceğim bir süre sonra. Misal şunu da çok düşündüm neden Urfa Şanlıurfa isminden ötürü Ş harfindeyken, Maraş Kahramanmaraş ön adına rağmen M harfinde. Tam doğru örneği verdim mi bilmiyorum tam tersi de olabilir. Demek ki şehirlerimizden birisi lakabını plakasından sonra almış. Aferin bana.

Biten defterimin başında "altın olan her şey parlamaz" yazarken, yeni defterimin başında "küllerden bir ateş dirilecek" yazıyor, evvelden de belirttiğim gibi kendimce so manidars bir durum.

Gelelim pop müzik piyasasına, malum bu aralar müzik beslenmem biraz sınırlı. Elimdeki kaynaklar günde 15 dakika olmak üzere Power Türk, Number One, Dream TV ve Kral TV'den ibaret. Ama denk geldiğim klip ve şarkıların içinden yine de beğendiğim şeyler çıkıyor, ya benim zevkim yavaştan halka iniyor ya da hâlâ güzel müzikler yapılıyor bilmiyorum. Düşünün artık nasıl yüksek bir fildişi kulede yaşıyorsam halka falan indim diyorum ahahahah. Misal en sevdiğim şarkı ve klip Burcu Güneş'in Oflaya Oflaya adlı eserinin. Klibin renkleri falan da çok güzel, bir de sanırım akustik seslere duyduğum özlemin de konuyla alakası var. Yok yok hiç bir şeyle alakası yok, şarkı net güzel! Evet. İkinci güzel bulduğum şarkı ve klip de Göksel'den geliyor Acıyor isimli eseriyle. Buram buram triphop ve Deneyevi kokan davul kayıtları sanırım burada da beni etkileyen, bir de klibin siyah beyazlığı. Bir de Nil'in Hakkında Her Şeyi Duymak İstiyorum isimli sevimli şarkısı var listemde. Sanırım bu kadın ne yapsa beğenirim, pek güzel. Bir de Can Bonomo mevzusu var milletin polemikten polemiğe koştuğu bir mevzu: Love Me Back. Bence çok güzel bir şarkı çok da güzel bir klip, daha doğrusu ikisi birbirini süper tamamlamış. "Everyway that I can" ne kadar potansiyeli olan bir şarkıysa bu da aynı seviyede potansiyele sahip bence yarışmada.

Geçen gün bir diğer üsteğmenimiz bir mektubum olduğunu birazdan gelip almamı söyledi. Yanına gittiğimde de "formalite icabı ilk satırını okudum sadece" dedi mektubu uzatıp, ben de "bir mahsuru yok komutanım" dedim, o da "olsun sana özel bir şey sonuçta" dedi, düşünün yani bu denli kibar süper insanlar da var ama ne yazık ki onlarla çok az denk geliyoruz.

Siyah Kan kitabını da bitirdim bu arada Grangé'ın. Polisiye kitaplar sadece vakit geçirmek için okunuyor sanırım bir yaştan sonra, ya da yazarlar çok satanlar listesinde olacağına garanti gözüyle bakıp eskisi kadar iyi yazmıyorlar. Ben de Grangé ile polemiğe gireyim bari.

Son olarak dün gece gördüğüm iki rüyayla bu yazımı noktalamak istiyorum. İlkinde bir çarşı izninde birileriyle tersleşiyorum ama onlar çok kalabalık oldukları için kaçıyorum. Arkamdan "seni buluruz" diyorlar, ben de "bulsanız ne olur ki askerdeyim" diye düşünüyorum içten içe. Sonra gece bizim Bayraktepe mevkiinden ellerinde silahlarla 30-40 kişilik bir grup bayır aşağı bataryaya doğru saldırıya geçiyorlar, "oha bulmuşlar hakkaten" diyorum ve AMK'ya alarm veriyorum. Bizimkiler gelip saldırganlarla savaşıyor, işin komik yanı saldırgan grubun elindeki silah sandığımız şeylerin aslında asmalı davullar olduğunu görüyoruz adamlar bize yaklaştıkça. Silah sesi sanalım diye hem üstümüze doğru koşuyorlar hem de davullara vuruyorlar tüm güçleriyle. Ahahahahahaha, çok iyi değil mi? Bence çok iyi. İkinci rüyamda da İsveç'e yolculuk ediyorduk National Geographic sponsorluğunda bir grup aktivist olarak, ama uçak Sabiha Gökçen'den havalanacağına normal yola çıkıyor ve trafiğe karışıyordu. Ay ay, buyrun analiz edin psikoloji mezunu dostlar şu halim nicedir? Bir sonraki çarşıda görüşmek dileğiyle, şen ve esen kalın.