Perşembe, Şubat 26, 2009

Her Tarakta Bezi Olmak


Geçen günlerin birisinde Doruk Bey ile bir teori ürettik, kendisiyle sık sık değerini az bildiğimiz atasözlerini , özdeyişlerimizi, söz öbeklerimizi daha sık kullanalım diyorduk, tam da bu esnada "her tarakta bezi olmak" sözüne takıldık. Sonra bunun üzerinde biraz çalışınca çok enteresan gerçeklere ulaştık. 

Şimdi efendim bu fizik camiası senelerdir kendisini çok geri planda hisseder, bir kurulu yapımız, bir kalıcı sözümüz olmayacak mı bu ülkede, bu dünyada der durur. Günlük dildeki edebiyatçıların hakimiyetini içten içe kıskanırlar ve bizim de bir tane de olsa dillere pelesenk olan bir üretimimiz olsun derler, bir odaya kapanırlar.

Boş adamlar da değildirler açık konuşmak gerekirse ve fizikle alakalı bir atasözünü literatüre sokmayı kafalarına koymuşlardır. En yaygın, en bilinen fizik deneylerimizden olan elektriklenme deneyinden yola çıkmaya karar vermişlerdir. Çünkü tüm toplum plastik bir cismi (misal bir tarağı) kafamıza, saçımıza, yüne, toza sürersek eletrikleneceğini bilir.

Bu adamlar da her karışık ortamda bir parmağı olan hatta yatıştırıcı (bakınız nötürleyici etkisi olan bir bezdir bahsi geçen) bir imaj çizen ama alttan alta sadece olayların üstünü örten, zibidi ve herkesi tanıyormuş gibi duran insanları elektrikli tarakların elektriğine boşaltan bezlere benzeterek "her tarakta bezi var" sözünü icat etmişlerdir. Yani her yöne yetişiyor, her işte bir parmağı var gibi kullanılan anlamının yanısıra, bu sözün esas çıkışındaki sebep her elektrikli ortamı yatıştırırmış imajı çizen bir karakteri anlatmaktır.

Tabi toplum böyle komplike bir anlamı kabul etmekte zorlanınca bu sözü bir miktar kendi istediği gibi basitleştirip kullanmış ve bugün kullandığımız anlamıyla her işte parmağı vara dönüştürmüştür ama işin aslını öğrenmek sadece kafa kafaya verip düşünmekten geçer. Tüm fizikçilere saygıyla anıyoruz bu platformdan, fiziği düzgün arkadaşları da sevgiyle.

not : Cheers İstanbul'da her cuma çıkıyorum, sizleri de bekleriz.

Cumartesi, Şubat 21, 2009

İki Gün



Dükkan'a giren ben, esasen ses sistemini kontrol etmek amacındaydım, baktım daha muhattabım olay mahalinde değil, azıcık oyalandım, repertuar düzenlemesi ve gözden geçirmesi yaptım falan derken biraz daha oyalandım, sonra içeridekilerle beraber bir sahne düzeni yaptık, sahne düzeni dediysem -ki dediğim dedik biri hiç değilimdir- bir yüksek sandalye bir de nota sehpası görevinde yine yüksek sandalye olmak üzere iki sandalye idi, bu esnada muhatabım içeri girdi, elinde söz verdiği üzere getirdiği mikrofon ayaklığı da vardı, ve iki sandalyeyi bu vesileyle taçlandırdık, sonra kablolar uzatıldı, caklar takıldı derken deneme bir iki se aa seees aa cık cık falan dedim, şekilli oluyor öyle yapınca, sonra 3-4 kez ses sistemini zorlayacak derecede çınlattıktan sonra eli yüzü düzgünce bir ses ayarı oturttum. Ardından Ilgın Hanım'a gittim, Fransız Müziği dinliyordu, pek keyif almış konserden, hayatında gördüğü en seksi kadınlardan birisini görmüş, dedim bir dahakine ben de gelirim, Merve Hanım gelmez ama, ehem öhöm ne diyorduk evet, yazılı düşündüm farketmeden, sesli düşünmek gibi bir şey bu da, tehlikesi daha büyük keza daha kalıcı. Hasılı kelam dükkana döndüm, saat 19.00'da henüz kimse yoktu ben de çeyrek ya da buçukta başlarım dedim ve Merve Hanımcığım pek değerli arkadaşlarıyla gelip önümdeki masayı şenlendirdiler, onlarla hoş beş ederken pek değerli bir masa daha geldi sanat camiasının mühim isimlerinden Emir Yargın Bey'in öncülüğünde. Bahadır Ağa Bey mi dersiniz İrem Hanım mı yoksa pek değerli Işık Teyze mi. Tam başlarım artık diyordum ki, Emre Bey de eşrafıyla -ki bu eşrafın da hepsini ayrı severim ayrı değerlidirler benim için- geldi. Neticede ufak ve sevimli dükkan (sarı) dolmuştu. Ben de başladım ne akla hizmetse Parisienne Moonlight ile, halbuki önümdeki kağıtlara Keşke ile başlamak üzere not almışım falan derken öyle oldu, gel zaman git zaman ilk yarının sonuna geldim, ses güzel geliyordu, dinleyiciler güzeldi, bu yüksek koltuklar azcık rahatsızdı bana ama bu işin raconu buydu sanırım. Arada masa masa dolaştım, el sıkıştım, yanak öpüştüm, fikir değiştim, ikinci yarıya sadece Emre Bey'in masasına oynayarak başladım, en çok oynadığım isimlerin arasında Erhan Bey de vardı. Bir de ilk yarıdaki Yüzünü Dökme Küçük Kız'a eşliğinden ötürü pek sevindiğim Canberk Bey vardı ki kendisi de bu camiada yetişen yüksek kaliteli müzisyenlerdendir. Sonra Masum Günahlar mı dersiniz ne dersiniz bilmem öyle bir şeyler çaldım, finali de Yalnızlık Senfonisi ile yaptım. Tepkiler güzeldi, tabi ki gole olanlar değil, onlar çok çirkindi, bana olanlar güzeldi. İlk sefer diye sineye çekildi ufak tefek pürüzler, zamanla aşılır inşallah, işte Cheers İstanbul maceramız böyle başladı. Sonrasında eve dönüş, yorulmuşluk ve uyku, ardından bugün de evdeydim. Bir ara annemle Capitol'e gidip bana ciciler aldık, o esnada Yusuf Ağabeyim geldi, o denli yakışıklıydı ki kendimi çapulcu hissettim ki kendimi çapulcu hissettrecek az duruma düşmüşümdür bugüne değin (you know). Sonra Emre Bey'e davet ettirdim kendimi gittim bir çay içtik sohbet ettik annesi babası dördümüz. Bir de tabi Yaşar Nuri Hoca, Pelin Batu ve Harun Bey, ne özenti adam bu da bir sakal bırakmadığı eksikti. Neyse sonra içeri geçtik, ben kendisine bir kaç keşif attım, bir de İncesaz tabi ki. Huzurun Kralları dinlese ne derlerdi acaba bu grup için. Her neyse fotoğraf çekindik ve geçtiğimiz yazın Antalya fotoğraflarına bakıp eğlendik. Kendisi yarın İtalya'ya dönüyor. Beni yine hafif burukladım yani şu Emre Bey'in mesafesinde oturan, Emre Bey kadar değerli ve hoş vakit bir insana kim denk gelebilir ki değil mi. Neyse okur mokur şimdi buraları kendisini de sıkmayalım. İyi ki geldi iyi ki bol bol görüştük ! Şimdi önümde ders programımı düzenleme var evet. Bir de tüm gün Antony and the Johnsons dinliyorum, çok güzeller bence, bazı arkadaşlar muhakkak gay chamber diye tagleyeceklerdir ama ne yapacaksın işte insanın içinde kardeşlik duygusu yoksa. Ahah. Bir taş attım pencereye tıhk didi.

Perşembe, Şubat 19, 2009

Yarın Akşam


Efendim bir şekil, iş güç denk geldi olaylar gelişti ve yarın akşam saat 19.00 - 21.00 arası Cheers İstanbul adlı kafede canlı müzik yapacağım, canlı müzik derken gitarı elime alıp da yabugecegelyadagelinecel diye bağıran cinsten değil, hafif hafif, duysgulsal, genelde biraz eski ama duyunca aa negzel şarkıydı bu yahu diyeceğiniz türden şeyler çalacağım hafiften, siz de ister dinlersiniz ister sohbet edersiniz orasını ben bilmem, hem bundan sonra her cuma bu sahne işi devam edecek gibi duruyor, siz de bana bu durumda şans dileyin, arada yolunuz düşerse de gelin dinleyin.

Cumartesi, Şubat 14, 2009

İyi Oldu Vallahi



Ben ve hayranı olduğum dostum Merve Hanım, bugün azıcık gezindik
efendim Beykoz'a gittik, sonra Çengelköy'e gittik, ki yerlisi Çengel der,
yerlisi demez de ne bileyim Çengel diyen garip bir kesim var oraya,
her neyse otoparkçı da avukatları severmiş, Merve Hanım'da bende
avukat tipi olduğundan bahsetti, Beykoz'da Sevgililer Günü dolayısıyla
pasta ikram ettiler bize, pek sevimliydi her şey. Albümün 3 dönüşünde
Yasemin Mori'yi değiştirme kararı aldık, Pinhani dinledik azcık, sonra
Merve Hanım inince ben biraz daha Yasemin Mori dinledim. Sevgilim
sağolsun pek güzel bir gün geçirdik, nazar değmesin, maşallah deyin.
Noir Désir'in One Trip One Noise albümü de pek güzel, iyi ki varsınız
dostum, okul başlamadan güzel bir buluşma depoladık bence. Ayrıca
Çengel örneğindeki gibi bizim buralara da Çiftlik diyorlar bazen, bunları
diyenler hep sarı dolmuşçular ve minibüsçüler sanırım, yerliler ya da
kızılderililer değil pek.

Çarşamba, Şubat 11, 2009

Tavsiyeci


"...bu derede yüzeceksin, karşıya geçeceksin, sen kenarda top oynuyorsun, bence artık bölümünle yüzleş, sevmemişsin sanki, daha doğrusu sevdirememişler, her dersi de sevmek zorunda değilsin ama bir ikisiyle ilgilen onlar için çaba harca onlarda iyi ol, diğerlerinden geçsen de olur, herkes sevmediği derslerde başarılı olamayabilir -olanlar da var okulda- ama sevdiklerini zorlasan yeter, sevdiğin bir şeyler bulmaya çalış, olmayacak diye bir şey yok..."

Dedi; ben de haklısınız dedim, yeni dönemimiz de böyle başlıyor bakalım, hakkımızda hayırlısı.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

Duygusal Yazı







Güzel insanlarla geçen güzel vakitler kadar güzel ne vardır ki efendiler sorarım size? Beni bu güzel insaların hepsiyle tanıştıran, gönlümde ayrı bir tahtı olan Emre Beyimizin İstanbul'u şereflendirmesi olmasaydı bu günlerde, böyle girmezdim yazıya. Çok sevdiğim, az gördüğüm bir grup insanı birbirine yapıştırıp, bana sunan bir insan Emre Bey, ya da biz kendisine olan sevgimizden ötürü, nerde görsek etrafında pervane olmaya hazır dostlarıyız onun, bilemedim hangisi daha doğrudur. En güzeli, en özlediğimi ise haydi çık gel deyince, çıkıp gidebileceğim bir mesafede olması, hoş peşinden karşıya geçmişliğimiz de az değildir ama sevdiğimizden ötürü hiç de zahmetli gelmez bu hareketler. Diyecek çok sözün olduğu, nasıl demek gerektiğini ise çok az kestirebileceğim nadir bulunacak bir değerli dost kendisi, peşinden Ferrara'ya da gideceğim bakalım ya ne zaman. Şimdilik daha buralarda şükür.

Pazar, Şubat 01, 2009

Televizyonun 41.Yılı



Dün akşam Lutfi Kırdar'dan yapılan 41.Yıl programına biz de yaklaşık olarak bu grupla katkıda bulunduk, gerçekten pek çeşitli, enteresan, güzel bir programdı. Biz de orda bir yıldızlar geçidine şahitlik etmiş olduk, gecenin en eğlenceli yanı vtr'den izlediğimiz "Deniz ve Mehtap" şarkısının şiveli haliydi herhalde, Mahmut Tuncer'in beraberindeki bayanlardan neredeyse bir oktav daha tiz sesiyle söylemesi beni benden aldı. Onun dışında Emel Sayın'a o kadar çok hayran oldum ki hem provalarda hem de konserde, anlatamam. Bir insan ancak bu kadar sempatik olabilir, kostümüyle de geceye imzasını atan isim oydu ayrıca bana kalırsa. Üstelik "Nasıl Geçti Habersiz" şarkısını Türkan Şoray'a bakarak -ki ona da hayran oldum- söylemesi de muhteşemdi. Canlı yayın sektörüne gitgide alışıyoruz, iki sene önceki Radyo'nun 80.Yılı konserinde çok daha sıkılmıştık, görevimiz ise çok daha dandikti, neyse işte böyle. Yorulduk ama herhalde değmiştir. Bir de Ümit Tokcan denilen muazzam ses var ki denecek bir şey yok kendisine dair.