Perşembe, Aralık 22, 2016

İç Dökümü



Giriş:


Şimdi bu yazı eminim çevremdeki pek çok insana sitemkâr gelecektir (ki öyle algılanmasında hiçbir beis görmediğimi de en baştan açıkça ifade edeyim) veya bu yazdıklarım üzerinden arkadaşlarım belli başlı çıkarımlar yapacak ve adam işsizlikten, sıkıntıdan depresyona girdi sağa sola sardı diyeceklerdir (bu tahmini de işsizlikten doğan vaktini düşünüp değerlendirmeye ayırdı diye düzelteyim) ancak hepsinin üzerinde, şu an başlamakta olduğum yazının içeriğini çok uzun yıllardır belki 10 yıldan fazla zamandır biriktiriyorum, deneyimliyorum ve anlamamaya devam ediyorum. İşte bu anlamayış da beni bu konuyu tartışmaya açmaya ve tespitlerimi paylaşmaya itiyor. Belki şu kısa ömrümde nadiren karşılaştığım üzere yapıcı, yol gösterici, aydınlatıcı, açıklayıcı bir tepki gelir bu yazıma da ben de "demek böyle" der kendimi yemekten vazgeçerim.

Baştan uyarayım ne kadar uzun olur, sonu nereye varır pek kestiremediğim bir yazı bu. 3-5 satırın veya dakikanın hesabını yapan, "çok uzun ya" diyen varsa daha hiç başlamadan bu yazıdan, bloğumdan ve (hatta abartılı tınlasa da) hayatımdan çıkıp gidebilir, keza yakınındaki insanın fikrine, dediklerine, derdine, ürettiklerine değer veriyormuş gibi yapanlardan sıkıldım.

Üretmek, paylaşmak ve beklemek başlıklarına bölebilirim sanırım bu yazıyı.


Üretmekten giriyoruz.


Şimdi efendim ben üzerinize afiyet kendimi bildim bileli bir şeyler üretmeye gayret ederim, çocukken bu üretimi Lego'larım K'nex'lerim ile yapardım, hiç de fena yapmazdım hani, biraz büyüdüm kağıt kalemle bir şeyler çizmeye başladım, biraz daha büyüdüm ilk gitarımı elime aldım ve onunla neler yapabilirim sorusunu kendimi sordum. Hasılı kelam 1999 yılıydı, ilk grubumuzu (Zebani) kurmuş, ilk bestelerimizi (genelde sözleri Orçun'a müzikleri bana ait olmak üzere) yapmış ve ilk albümümüzü kaydetmiştik. Kasetin altına bant yapıştırıp REC ve PLAY tuşuna birlikte basarak. Lisede de müzikal üretim artarak devam etti, sonrasında üniversiteye geldim. Üniversitede hem farklı türlerde müzikler yapmaya, hem kendi şarkılarımı oluşturmaya, hem de düzenli olarak yazmaya başladım. İşbu gördüğünüz blogun geçmişi 10 yıllıktır, ondan önce de zayi olan bir blog var. Üniversitenin bitmesi ile hem iş hayatımda hem iş dışı hayatımda elimden geldiğince bir şeyler üretmeye devam ettim. Bazen işim bir şeyler üretmek oldu, iş olarak yazdım, projeler geliştirdim, yürüttüm, fikirler buldum, deneyler yaptım; bazen de işten artan vaktimi üretmeye ayırdım bu blog gibi, senelerdir aralıksız mesai ayırdığım müzik çalışmaları gibi, yine senelerimi adadığım sivil toplum projeleri gibi, buraya ve yurt dışına müzik yazıları yazmak gibi, son olarak da Merve ile birlikte mesai harcadığımız Abur Cubur Center gibi...

Hasılı kelâm geriye dönüp baktığımda üzerinde emek harcadığım pek çok iş var. Bunların bir kısmını yaparken maddi olarak bir karşılık alsam da ve bu durum beni mutlu etse de yaptığım istisnasız her işte manevi motivasyonu birinci sıraya koymuşum. ListeList'te yazdığım yazılar, Pürtelaş 3+1 projesi, beehy.pe'a yazdığım müzikler, Abur Cubur Center, konserler, kayıtlar... Daha açık konuşayım yaptığım ve beni mutlu eden bu yukarıda adı geçen veya geçmeyen işlerin bir ikisi hariç tamamına yakınından hiçbir para kazanmadığım gibi üzerine de bu işleri yapabilmek ve ilerletebilmek adına nice paralar, vakitler harcamışım. Bu arada manevi motivasyon derken yanlış anlaşılmasın yaptığım hiçbir işi de milyonlara ulaşayım, herkes beni takdir etsin, şânım yürüsün diye yapmadım. Sevdiğim, yapmaktan keyif aldığım ve o işi yapmanın bana bir şeyler kazandırdığına inandığım için yaptım. Tekrar ediyorum maaşımdan, uykumdan, sevdiklerime ayıracağım vakitlerden kısarak ve çoğu zaman da çevremdeki pek çok tek işi işine gidip gelmek olan insanın 2-3 katı yorulmayı ve yıpranmayı göze alarak. Neden? Birkaç satır yukarıda dedim ya, yaptıklarım beni motive ettiği için, daha basiti bu işleri yapmayı sevdiğim ve bu işleri yapınca mutlu olduğum için.

Buraya kadar tamam mıyız? Merak etmeyin tüm bunları "ay adam kendini övmelere doyamamış" deyin diye yazmıyorum, başka bir yere varmaya çalışacağım.


Gelelim ikinci başlığımıza: Paylaşmak.


Üretmenin bir sonraki adımına geldik. Şimdi insan bir şeyler üretince ve ürettiği şey içine sinince bunu paylaşmak ister. Her insan istemez ama en azından benim mekanizmam böyle çalışıyor. Yaptığım şey iş ile ilgili de olsa iş dışı bir ekstra emek ürünü de olsa ortaya çıkan şeyi değerli buluyorsam bunu paylaşmak ve çevremi bu üretimden haberdar etmek istiyorum. Bunun için de gücümün yettiği alanları kullanıyorum. Kendi sosyal medya hesaplarımdan bu üretimi paylaşıyorum, bazen bu üretime dair bu veya öbür blogumda bir yazı yayınlıyorum, bazen mail listemdeki arkadaşlarıma yaptığım işi anlatan bir mail gönderiyorum ya da sokakta tanıdıklarımla karşılaşınca onlara ürettiğim şeyden bahsediyorum gibi gibi. Bu, işin kendi ürettiğim boyutu, gelelim çevremde gördüklerime. Yukarıda saydığım tüm bu mecraları yani blogu, sosyal medya hesaplarımı, tavsiye eden ağzımı işte neyim varsa artık sadece kendi üretimimi duyurmak için değil çevremde gördüğüm ve daha çok insana ulaşmasını istediğim diğer üretimleri de paylaşmak için kullanıyorum. Karşılaştığım Müzikler serisi buna iyi bir örnek olabilir mesela. Müzik çevresinin içinde olduğum için çevremden önüme ulaşan ve beni etkileyen müzikleri daha çok insana ulaşsın ve hatta onları da etkilesin diye yazıp, listeleyip paylaşıyorum. Benim şu anki paylaşım kapasitem ve elimin altındaki paylaşım araçlarım bunlar ve bunların hiçbiri tabii ki bir televizyon kanalı ile, gazete/dergi ile, tanınmış bir internet yayını ile falan boy ölçüşemez. Peki bu benim paylaşım kanallarımı değersiz mi yapıyor? Hayır. Aksine teknik olarak baktığımız zaman benim çevremdeki insanlar (yani sosyal medyadaki arkadaşlarım, takipçilerim, blogumu okuyan kişiler, yüz yüze görüştüğüm insanlar artık her ne derseniz) beni tanıdıkları (bu gerçek) ve beni sevdikleri (bu varsayım) için benim paylaştığım bir şeye tepki vermeye, o paylaşımı benimsemeye hatta o paylaşımı farklı dürtülerle (beğenmek, destek olmak vb.) paylaşmaya dünya üzerindeki herhangi bir grup insana oranla en ama en meyilli kişiler. Doğru mu? Bu kitlenin içinde ailem var, dostlarım var, yakın arkadaşlarım var, akrabalarım var, uzak arkadaşlarım var, tanıdıklarım var ve hatta bazen tanımadıklarım da var. Yani herhangi bir ulusal kanalda veya gazetede bir şeyler yapsam beni hiç tanımayan belki çok daha kalabalık bir kitleye hitap ederim ama doğrudan yaptığımla bu kadar ilgilenen bir kitleye ulaşmam mümkün değil. Bu da doğru mu? Peki tamam o halde, şimdi buyurun teoride olan ile gerçekte olanı kıyasladığımız ve benim esrarına bir türlü vâkıf olamadığım son konumuza geçelim: Tepkiler.


Ürettik, paylaştık ve geldik son kısma: Beklemek.


Evet, zurnanın zart dediği yere geldik sevgili okuyanlar. Şimdi üretimimizi kendi mecralarımızdan duyurduk, artık ne bekliyoruz? Ürettiğimizin onu tüketecek kişilere ulaşmasını ve bu tüketimin sonucunda bir enerji ortaya çıkmasını. Basit fizik. Yoktan bir şey var etmeye de gayret etmiyoruz. Ancak genelde olan şu ki tüketici, o paylaştığım üründen ziyade beni tüketmeyi tercih ediyor. Bu arada sadece denklemi daha basit anlatmak için ürün, üretici, tüketici gibi kelimeler kullanıyorum. Neyse konumuza geri dönersek ben genellikle üzerinde ciddi bir şekilde yoğun bir mesai harcayarak bir şeyler üretiyorum ancak bunu samimi olarak en büyük heyecanla ilettiğim tanıdık kitleden duvardan hallice bir tepki görüyorum. Şimdi ben de biliyorum ki her sosyal medya mecrasının ayrı bir erişim gücü ve mekanizması var. Örnek olarak Facebook'u ele alalım, ben kendi Facebook profilimden bir şey paylaştığım zaman Facebook bunu benim arkadaş listemin yüzde üçü ile beşine gösteriyor. Yani diyelim ki 1000 arkadaşınız var, yaptığınız paylaşımı gören kişi sayısı 30-50. Ama merak etmeyin o 30-50 kişi dış kapının mandalı değil pek, sizin son zamanlarda en çok etkileşim içinde olduğunuz kişiler de bu ilk grubun içinde. Şayet bu ilk 30-50 kişiden bir kısım insan bu paylaşıma tepki verirse, yani diyelim bunu 25 kişi beğendi, 5 kişi altına yorum yazdı, 2 kişi de kendi hesaplarından paylaştı, hoooop Facebook reis size bir yüzde üç/beş daha veriyor, artık paylaşımınız 60-100 kişiye görünür halde, paylaştığınız şeye bir tepki gelmezse ne oluyor? O ilk 30 kişi onu bir an için akışında görüyor sonra çöp, sizin "sosyal" medya gücünüz bir saniyede çöp oldu yani. Bunu biliyorum, Facebook'un, Twitter'ın, Instagram'ın ve daha nicesinin buna benzer kendi karmaşık iç dinamikleri olduğunun da farkındayım ama bu farkındalık benim çevremdeki insanın bana ve yaptıklarıma karşı geliştirdiği tepkisizliği anlamama, açıklamama yetmiyor.

Müzik özelinde uzun yıllar acaba çok mu değersiz, dandik müzikler üretiyor ya da çok mu kötü yazılar yazıyorum diye düşündüm. Bu da düşünmesi kolay bir süreç değil açıkçası, insan kendinden şüphe ediyor, kendisine ve yaptığı işe saygısını ve inancını yitirmeye başlıyor falan filan. Ancak sonra gördüm ki ürettiğim müzik her ne kadar kendi çevremde bir tepkisizlikle ödüllendirilse de, bu çevrenin dışına, tanımadığın sınırlara çıkınca ya da belli ego duvarlarını aşınca aynı müzik olması gerektiğine inandığım özgül ağırlığına gayet de sahip olabiliyor. Özgül ağırlık dedim de Bülent Arınç beni andı herhalde. Yani beni hiç tanımayan ama yaptığım müziği dinleyen, seven hatta duygularını benle paylaşan insanlar var, dahası o müziği paylaşıp, çalıp, yayınlayıp, üzerine konuşan, fikir yürüten başka müzik insanları, müzisyenler, müzik yazarları da var. Ben yaptığım müziğin milyonlara ulaşacağına inanmıyorum, bu düşünce gereği de milyonlara ulaşacak yöntemlerin hemen hemen tamamını reddettim bugüne dek ama bu yaptığım müziğin de bir dinleyicisi olduğunu biliyor ve o müziği arayan insanın önüne çıkabilmek adına paylaşmaya, konser vermeye ve yeni bir şeyler üretmeye gayrete devam ediyorum. Bu arada çevremdeki insanların (ki onları sevip tanıdığım için aslında en çok onların bildirimlerine değer veriyorum) tepkisizliği teoride belirttiğimin tam aksi bir sonuca sebep oluyor. Değersiz hissetme, moralsizlik, üretmeme, vazgeçme. Müzik konusunda çevremdeki bu destek (ya da desteksizlik diyeyim) durumunun yarattığı sanrıyı sonunda kafamda kırdım ama bu bana çok uzun yıllara, hâlâ yapılamamış onlarca kayda ve yaptığım işi beğendiğini ya da beğenmediğini asla ifade etmeyecek insanlardan bir bildirim almak için harcanan sonsuz çabaya mâl oldu. Yakınım dediğim kitleden zorla cımbızla aldığım nadir bildirimlerin ise onda dokuzu olumsuzdu, bunu da belirtmeden geçmemek gerek. Bu süreçten çıkartabildiğim tek olumlu kazanım ise bir şeye inanıyorsam o konuda daima kafamın dikine gideceğim gerçeği oldu.

Şimdi ise Abur Cubur Center'da veya yaptığım diğer işlerde bazen bu aynı motivasyonsuzluğu yaşamaya devam ediyorum. Her ne kadar geçmişte aldığım dersler beni daha güçlü kılsa da, ben de insanım, benim de duygularım var, kafamı taktığım cümleler, canımı sıkan insanlar, çevremi saran kibir dağları var. Ve evet bazen ben de bunlardan yorulup her şeyi sorguluyorum. Misal önünüze düşen, izlediğiniz ve izlerken keyif aldığınız bir videoyu beğenmekten sizi alıkoyan nedir? Bu sorunun cevabını bulamıyorum. Bakın beğen tuşuna basmak diyorum, yorum yazmak, paylaşmak falan değil. Ve şayet o videoyu izleyip his olarak beğendiyseniz diyorum, beğenmediğiniz bir şey için de değil. Ya da daha talepkâr olayım, onlarca dostum veya yakın arkadaşımın sadece yaptığım işe destek olma amaçlı (değer vermek bile demiyorum bakın destek olmak diyorum) yaptığım bir tane paylaşımı kendi hesaplarından paylaşmayı kendilerine yakıştıramamalarını anlamıyorum. Hatta birkaç arkadaşıma doğrudan böyle bir ricada bulundum da ama sonuç değişmedi. Benim emeğim, heyecanımdan veya ortaya çıkan işin samimiyetinden ziyade o içeriğin ulaştığı istatistikler sizin için değerliyse hem beni hem de yaptığım ve yapmaya çalıştığım işleri anlamıyorsunuz demektir. Yaptığım şeyleri ne tür bir motivasyonla yapmaya gayret ettiğimi yukarıda yazdım zaten.

Hâl böyle olunca ne oluyor biliyor musunuz? Çevrenizdeki o dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar dediğiniz ve yaptığınız işlere heyecanlanır sandığınız kitle, sizin yaptığınız işin gerçek alıcısına ulaşmasına aracı değil engel olmaya başlıyor. Bu engeli bazen tepkisizliğiyle, bazen kesinlikle bir değer katma amacı gütmeyen mânâsız yorumlarıyla, bazen de alenen yüzünüze sizle dalga geçercesine söylediği cümleleriyle yapıyor. Ben her bu tip viraja gelişimde hayatımı, dostlarımı, arkadaşlarımı sorguluyor ve çoğu zaman o virajı alamıyorum. Bu "cool olan" ve "cool olmayan" kalıplarından biraz size de gına gelmedi mi? Geçen 10 Kasım'daydı galiba Hemi adlı arkadaşım, Atatürk'ün bir fotoğrafını paylaşmış ve "Hiç cool olmaya gerek yok... Bugün 10 Kasım." yazmıştı. Çok doğru. Misal beehy.pe adlı uluslararası müzik sitesinde de alternatif Türkiye sahnesine dair yazılar yazıp tavsiyeler veriyorum, kendi blogumda da. İkisi de genelde aşırı tepkisizlikle karşılanıyor da, beehy.pe'ı daha havalı tınladığı için paylaşmaya layık bulanlar oluyor! Yani işte o kafalarındaki "cool" tanımına uyuyor demek. Halbuki yeri geliyor blogda aynı müziğe dair daha detaylı bir yazı yazabiliyorum, hem de Türkçe! Enteresan işler. Binali'nin dediği gibi "çok düşünürsen sıyırırsın".

Abur Cubur Center'a dönelim. Örneklerle anlatım daha kolay çünkü, biz bu kanala Mart'tan beri her Pazar bir video yüklüyoruz, son birkaç aydır eski bölümlerin cingıl kısımlarını keserek Cingıl Center başlığı altında bir video da hafta içinde yüklüyoruz. Bunun çekimleri, montajı, paylaşımı Merve için de benim için de ciddi bir vakit alıyor ve biz bu işi kendi tam zamanlı işlerimizin yanında başka nice sevdiğimiz şeyden zaman çalarak sadece yazının başında belirttiğim manevi motivasyonlarımızla yapıyoruz. Üstelik bizim birincil etrafa dağılma yardımcımız diye düşündüğümüz "dostumuz, arkadaşımız, tanıdıklarımız" kitlesinin yüzde 95'inin bu işi değersiz görmesine ve bu işe tepkisiz kalmasına rağmen, yaptığımız şey hiç tanımadığımız yüzlerce insana bir şey ifade etmeye başlıyor, bunu da "tanımadığımız" insanlardan aldığımız "samimi" tepkilere dayanarak söylüyorum. Ne bileyim Eskişehir'e bile davet edildik, canavar gibi işler yapan insanların arasında kendimizi anlattık. Yani bu işin "rakam ve istatistiksel" değerin haricinde "emek ve samimiyet" ölçeğinde değerli olduğunu düşünen tek kişi ben değilim.

Ben kendi tarzımı üslubumu düşünüyorum. Ailem zaten ayrı da dostum, yakınım, arkadaşım, tanıdığım insanlar herhangi bir şey yaptıkları vakit, bu akademik bir başarı olur, kariyerlerinde bir sıçrama olur, kendi işini kurmak olur, kendi dükkanını açmak olur, kendi albümünü yapmak olur yani irili ufaklı o kişi için önemli olan bir şey yaşadığını düşündüğüm vakit bununla gurur duyuyor, bundan heyecanlanıyor, bunu paylaşabildiğim kadar çok kişiyle paylaşıp, duyurabildiğim tüm mecralardan duyurmaya gayret ediyorum. Bunu da "bir gün ben de bir şey yaparsam onlar paylaşır" dürtüsüyle falan yapmıyorum, gerçekten de o yapılan iş başka birilerinin de hoşuna gider, başka birilerine de ilham olur umuduyla yapıyorum. Belki de bu yüzden eşin dostun bu "cool" olma mevhumunu anlamıyorum. Ha bu "cool" olma durumu ne kadar gerçek derseniz o konudaki görüşüm ve genellemem şöyle. Bir şeyler üreten ya da bir şeyler üretenlerle yakın temas eden kitle daha "cool". Büyük kentlerde yaşayan kitle daha "cool". İyi okullarda okumuş ve okumaya devam eden kitle aynı şekilde daha "cool". Elinde belli güçlere sahip (mesela ulaştırma kanallarına) olanlar daha "cool". Bizim nesil yani bu sosyal mecraları ilk çözen ve sözde en iyi kullanan nesil daha "cool". İşte bu "cool" olma durumu bu saydığım kitlenin çok büyük kısmını da içine çeken, ideal paylaşım ekonomisini ve üretimi yok eden girdap şeklinde bir illüzyon.


Sonuç:


Ben genelde kendimi ve yaptığım işleri o girdabın dışında tutarak, üretmeye olan inancımla, yaptığım işleri yapmaya devam ediyorum ama adı üstünde girdap işte. Bazen beni de içine çekiyor ve kafamdaki deli sorular böyle uzun yazılar olarak dışa vuruluveriyor. Bu yazıda ben eksikleriyle birlikte kafama takılan, içimi sıkan, anlamlandıramadığım ve hatta bazen üzüldüğüm pek çok şeyi yazdım, bunlara elimden geldiğince örnekler vermeye çalıştım, bazı tespitlerde bulundum. Benim göremediğim, anlamadığım ya da fark etmediğim bir şey varsa bildiğiniz; bu yazıdaki ve kafamdaki deli sorulara bazı cevaplarınız varsa ve bunları benle paylaşırsanız çok berhudar olurum, ciddiyim. Bu yazıyı eşim, dostum okusun da benim için üzülüp bundan sonra yaptığım tüm paylaşımları etkileşim manyağı yapsınlar diye de yazmadım. Bu soruları siz de kendinize ve çevrenize sorun, belki bazı cevaplar buluruz diye yazdım. Çünkü bu tarz bir kullanım bence "sosyal" medyanın sosyalliğine aykırı. Ben yaptığım paylaşımla anneme, abime, Merve'nin ablası Ayşe'ye ulaşmak için Facebook'a muhtaç değilim ki zaten.

Ayrıca kendi üretimime ve çevremdeki üretimlere bakışım, onları paylaşmaktaki amacım konusunda da bir nebze düşündüklerimi size anlatabildiysem kendimi başarılı sayacağım. Hayatın size dayattıkları dışında bir şey üretmek için fazladan bir çaba harcıyor musunuz? Karşınıza çıkan şeylere "kaç para eder" değerlemesi dışında bir gözle bakabiliyor musunuz? İşte bunlar benim için önemli, ben de önem verdiğim alanlarda kendimi geliştirmek için çaba harcamaya devam ediyorum.


Bakın bu da Merve'nin Zenit ile çektiği "düşünceler içindeki Emir" adlı portre çalışması. 

Cumartesi, Aralık 17, 2016

Karşılaştığım Müzikler #0003 || 161217


Karşılaştığım Müzikler serisinin üçüncü yazısıyla karşınızdayım. Yazmazsam delireceğim, müzik olsun, kitap olsun, fotoğraf olsun ve bunlara dair yazmak olsun en azından beni içine itildiğimiz ateş kuyusundan bir nebze çıkartıyor. Etkisiz hâle gelmemek lazım, paralize olmamak lazım ki delirmemeye, alışmamaya, korkmamaya devem edebilelim, yaşamaya, mücadele etmeye ve çözüm bulmaya gücümüz kalsın! Müzikle devam ediyorum.

1. Palmiyeler - Karbeyaz



Normalde tarz ve duruş olarak beni pek çekebilen bir grup değil Palmiyeler ama çok fazla insan paylaşmış çevremden, ön yargılı olmayayım diyerek dinledim bu şarkıyı ve klibini izledim. 4 dakikalığına da olsa beni buradan uzaklara dertsiz tasasız bir dünyaya götürdükleri için kendilerine bir teşekkür borçluyum. Ayrı dünyalara, ayrı kafalara ilgisi olanlar böyle buyursun: Palmiyeler.

2. SinanU - Bana Sen Lazımsın



Üniversiteden ve BÜMK Rock Korosu'ndan tanıdığım Sinan, uzun yıllardır biriktirdiği ve üzerinde çalıştığı işlerini sonunda bir albüm olarak paylaşmış. 7.32 adlı albümün tamamını da buraya tıklayarak dinleyebilirsiniz. Çıkış şarkısı ve albümün ilk klibi de Bana Sen Lazımsın. Elektronik pop sevenlere iyi gelecektir diye düşünüyorum, enerjisi yüksek bir şarkı. Haberdar olmak içinse böyle buyurun: SinanU.

3. El Topo - Pavements



Aslında bu stüdyo kaydı El Topo'nun geçen seneden kalma bir canlı performans videosu ama benim elime yeni geçti. O da şöyle ki El Topo Ye'cüc Me'cüc adında üç şarkılık ateşli bir albüm yapmış taze, onun tanıtım mail'inde denk geldim bu videoya da. Öfkenizi dışa vurmanıza yardımcı olacak bu sert ekibi takip etmek isterseniz şöyle buyurun: El Topo.

4. Mor ve Ötesi - Melekler Ölmez



Yakın zamanda 20. yılını kutlayacak olan Mor ve Ötesi yeni bir tekli yayınladı Melekler Ölmez adında. Güzel şarkı, danslı klip, Mor ve Ötesi'nden beklediğiniz o tadı vermeyi kolayca başaran bir iş kısacası. Bir de bu adamlar Dünya Yalan Söylüyor gibi bir albüm bıraktılar ya bu diyarlara, daha da çok bir şey demeye, dilemeye gerek yok zaten.

5. RSPC - Le Cafard (albüm)



Ağaçkakan ve Armonycoma'dan müteşekkil ikili roadside.picnic yeni bir albüm yayınlayıp yine Türkçe rap piyasasını bir silkeledi bana kalırsa. Pürtelaş 3+1 günlerinden beri piyasadaki favorilerimden olan bu ekip yine sıkı bir bir iş çıkartmışlar ve "bana ne piyasasından" tarzlarını tokat gibi hissettirmişler.

6. Can Güngör - Yalnız Ölmek



Geçen sene miydi daha mı eski hatırlayamadım, Can Güngör'ün bu şarkıyı gitarlı vokalli yankılı bir eskiz olarak SoundCloud'a yüklediğini hatırlıyorum. Yalnız Ölmek bugün ise çok güzel düzenlenmiş ve çok güzel kliplendirilmiş bir halde bir tekli olarak karşımıza çıkıyor. Çok güzel şarkılar yapan çok büyük bir müzik insanı Can Güngör, aynı çağda denk gelmemizi şans olarak gördüğüm isimlerden.

7. Yarkın Duo - Medcezir


Yarkın Duo, adından da tahmin edilebileceği gibi Nağme Yarkın ve Baturay Yarkın kardeşlerin klasik kemençe ve piyano ikilisi. Bir süredir birlikte müzik yapıyorlar, her ikisinin de bestelerinin yanı sıra bazı yorumlar ekledikleri şahane repertuvarlarıyla çok sık olmasa da büyüleyici konserler veriyorlar. Videodaki Medcezir adlı eser Nağme'nin işiymiş, konser videosu olmasına rağmen müzik sizi alıp götürüp ruhunuzu temizleyecek. Yarkın Duo'yu takipte kalmak için ihtiyacınız olan bilgiler de şöyle: Facebook, YouTubeInstagram.

8. Evrencan Gündüz & Melisa Karakurt - Don't Let Me Down (The Beatles)


Evrencan Gündüz'ün hangi videosunu izlesem, kimlerle beraber şarkı söylediğini görsem ya da gitar çalış tarzına baksam bu insanlar buraya ait değil diyorum. Bunu kesinlikle kötü bir anlamda söylemiyorum, adeta Amerikalı, İngiltereli müzisyenler gibiler üslup olarak. Kalite olarak da dünya standartlarında bir müzik icrâsıyla karşılaşıyorum genellikle. Tıpkı Asım Can Gündüz'ün hissettirdiği gibi. Bu kez de Melisa Karakurt ile The Beatles'tan Don't Let Me Down'ı yorumlamışlar, hem de Tuz Gölü'nde! Güzel bir canlı performans. Evrencan Gündüz'ün diğer şahane videolarına ulaşmak için tıklayın.

9. Die Antwoord - Fat Faded Fuck Face 


Die Antwoord ilk çıktığından bu yana rahatsız ediciliğin tanımını yapıp şeytancılığın kitabını yazıyor. Şu kliple ilgili rahmetli Necmettin Erbakan Hoca ile oturup uzun uzun konuşmak isterdim. Baştan uyarayım klip kimisini rahatsız edecek görseller içeriyor, ayağınız denk alın. Listeyi sert bitireyim dedim böylece.

---

Birkaç müzikli tavsiyem daha olacak bu yazıyı bitirmeden:

- "Bi' Şarkım Var! Stüdyo" adlı uzundur beklediğim derleme albüm artık yayında! Uzun zamandır devam eden çok kollu bir proje aslında Bi' Şarkım Var. Başak Yavuz ve Ceyda Özbaşarel Gülşen'in ortak projesi olan Bi' Şarkım Var hem Mitanni'de çok zamandır gerçekleşen açık sahnevari konserleri, hem  Açık Radyo'da Başak Yavuz'un sunduğu aynı isimli programı kapsıyor, artık bir de albümü tabii! Albümde yer alan 14 şarkının üreticileri de şu isimler: Kudret Kurtcebe, Gülce Duru, Cengiz Eyüboğlu, Fulya Özlem, Ruşen Alkar, Turgay Demiryürek, Ömer Türkoğlu, Ceyda Özbaşarel Gülşen, Başak Yavuz, Barış Uğur, Emre Akbay, İpek Aktar Soyar ve Emre Soyar, Eda Sena Şenceylan, Banu Kanıbelli. Dilerim gelecekte bu bir albüm serisine dönüşür ve kendi müziğini bir yerlerden bağımsızca üreten insanlar için güzel bir mecra daha olur. Albümden çıkan videoları da umarım gelecekteki Karşılaştığım Müzikler yazılarında hep beraber görürüz.

- KALT adlı bir YouTube kanalı var, farklı seriler üreten, kafa ve iş kalitesi olarak çok başarılı bulduğum bir ekip bu kimseler. İşbu efendiler geçtiğimiz günlerde Malatyalıların Ortak Özellikleri başlıklı 3 videoluk bir seri yayınladılar, son video da bir müzik klibiydi. Lambada şarkısının bir yorumuydu bu eser, birkaç gün önce ise şu videoyu gördüm aklım çıktı! Asilkan Tekin ve Nejat Eratlı adlı iki adam oturmuş bu eseri metal formatta yeniden yorumlamış. Bu versiyonda bir metal şarkısının tüm olmazsa olmazlarını bulacaksınız.

- The Weeknd adlı kardeşin Starboy adlı sıkı bir albümü çıktı. O albümde de Party Monster isimli bir şarkı var, ismi tam benlik biliyorum, şarkı bence çok iyi, bu arada defalarca dinledim ama sözlerine hiç dikkat etmedim pek çok Türkçe şarkıda da olduğu gibi. O yüzden bomboş bir şeyler diyor da olabilir ama olsun şarkı güzel. Bir de bu abinin önceki imajında kafasında bir sincap ölüsü vardı, inşallah ondan kurtulmuş yeni albümde gördüğüm kadarıyla.

- Bir de geçen Facebook'ta şu video karşıma çıktı, insanlar neler neler neler yapıyorlar diye aklımı yitirdim bir süre. Siz de kendinizi müziğin akışına bırakmak isterseniz şöyle buyurun: Brian Blade and The Fellowship Band (Live) at Chicago Music Exchange.

- Ceyl'an Ertem'in 3 tane Instagram videosuna denk geldim yine geçtiğimiz hafta içinde. Allah aşkına sırayla izleyin şunları, 3 dakikada pek çoklarına çok normal gelen bir konunun aslında ne kadar anormal olduğunu tane tane izah ediyor. Bir ara kendisiyle ilgili uzunca yazmak istiyorum, nasip. Videolar sırasıyla şöyle: Birinci, ikinci, üçüncü.

- Bir de iki tane radyo uygulamasına denk geldim yine sosyal medyada birileri paylaşınca, aklım çıktı her ikisine de! İlki radio.garden! Bulunduğunuz diyardaki radyoları dinleme imkanının yanı sıra dünyanın çeşit çeşit diyarındaki çeşit çeşit radyoları da önünüze seriveren haritalı keşifli bir site bu. Günlerce, haftalarca gezmelik. Bir diğer vay arkadaş dedirten radyo sitesi ise radiooooo.com. Burada da ülkeyi ve ilgili on yıllık dönemi seçiyorsunuz sonra deliriyorsunuz. Bu site biraz katılıma da açık anladığım kadarıyla, siz de dönemsel şarkılar ekleyerek siteye katkıda bulunabiliyorsunuz. Neyse birkaç hafta da bunu kurcalamak sürer.

---

Serinin önceki iki yazısına da buradan ulaşabilirsiniz:


Salı, Aralık 13, 2016

Eskişehir Seyahati ve Pecha Kucha Maceramıza Dair


Günlük tarzı daha doğrusu "bugün ne yaptım" temalı bir yazı yazmayalı çok uzun zaman oldu hatta çok çok uzun zaman oldu belki de ama geçtiğimiz hafta sonunun güzellikleri bana o günleri detaylıca anlatma isteği verdi. Hem yazmak beni daima rahatlatıyor, böylece kafamı sürekli olarak ölüm ve savaş saçan gündemden uzak tutmuş olabilirim belki bir süreliğine.

Hikâyemize İzmir'den başlayacağım. Biz Abur Cubur Center'ı yaparken, bizi yakından takip eden bir ekip vardı. Yorumları ve beğenileriyle bize sürekli destek olup bizi mutlu eden bu ekip doub.co adlı İzmirli bir ajanstı. Onların bizi, bizim de onların kim olduğunu tanımamıza vesile olan kişi de dostum Emir Yargın'dı. Neyse yolumuz bir başka dostumuzun düğünü için yazın İzmir'e düştü, Emir Yargın da bizle geldi, beraber atladık arabaya gittik, İzmir'e de varınca dedik ki "Haydi gidip çat kapı doub.co'yu ziyaret edelim ve bu insanlara fiziksel olarak da tanışalım." Böylece Ezgi, Berkay, İrem ve Karpuz ile tanışıp arkadaş olduk. Allah sizi inandırsın offline (eski usûl) tanışmanın sohbet etmenin keyfi bambaşka.

Yazdan bu yana nice geçen vakitte arkadaşlığımızı online olarak devam ettirdik, hatta doub.co bize yeni şahane tasarımlarından hediye gönderdi falan derken İrem bizi bir gün kendisinin de yürütücü ekibinde yer aldığı Pecha Kucha adlı Ekim'de gerçekleşecek bir etkinlik için Eskişehir'e davet etti. İşin saçma yanı aynı tarihte bizim Afyonkarahisar'da gerçekleşecek Ulusal Leo Preforumu'nda olmamız gerekiyordu, hani yüzde bir olasılık vardır ve ondan kaçamazsınız ya işte öyle. Neyse gidemedik ama çok da üzüldük, bir sonrakinde buluşmak üzere dedik, konu kapandı. Sonra bir baktık Kasım'da bir gün İrem bize tekrar yazmış ve 10 Aralık'taki yeni Pecha Kucha etkinliğinden bahsetmiş! Çok sevindik ve Merve'nin pastacılık kursunun bir gününü yakma pahasına Eskişehir yolculuğunu ve Pecha Kucha'da ne yapacağımızı planlamaya başladık.


Burada yeni bir paragrafa başlıyorum. Peki Pecha Kucha nedir? Uzak Doğu menşeli bir etkinlik Pecha Kucha, özetle 20 saniyelik 20 görselden oluşan bir sunumla yaptığınız işi veya anlatmak istediğiniz konuyu anlattığınız bir sunumlar şöleni. Dünyada 1000'e yakın şehirde gerçekleşiyormuş bu etkinlikler, Türkiye'de de İstanbul, İzmir ve Eskişehir'de Pecha Kucha etkinlikleri devam ediyor anladığım kadarıyla. Peki bu sunumları kimler, niye, ne zaman yapıyor? Sanıyorum senede 4'ten fazla etkinlik yapılıyor her şehirde, bu etkinliklerde sunum yapması için farklı disiplinlerden çeşit çeşit işler yapan insanlar çağrılıyor, böylece hem sunum yapacak kişiler hem de o sunumları dinlemeye gelen insanlar birbiriyle tanışıp kaynaşıyor, bir nevi üretmeye hevesli insanlar cemiyeti oluşturuluyor.

Etkinliğe 2-3 hafta kala biz de Abur Cubur Center ekibi olarak Kozyatağı Stüdyolarımızda hararetli bir şekilde çalışmalara başladık. 20 saniyelik 20 slayt 6 dakika 40 saniye ediyor. Bu da demek oluyor ki çöpe atacağınız neredeyse hiçbir kelime ve saniyeniz yok. Biz de Merve ile oturduk ve birbirimizle paslaşacağımız bir sunum akışı çıkardık. Kendimizi tanıttık, Abur Cubur Center fikri nereden çıktı, hedefimiz ne, programın içeriği ne, her bölümde neler yapıyoruz, bizi biz yapan özelliklerimiz ne, ulaştığımız kitle ne büyüklükte ve kimlerden oluşuyor ve neler amaçlıyoruz, ne hayal ederek bu işi yapıyoruz hepsini anlattık. Sonra bunu törpüleyerek 7 dakikanın altına indirmeye gayret ettik, en son da konuşmanın akışına göre 20 tane görsel oluşturduk. Sunumu bolca prova ettik, hediyelerimizi hazırladık, sırt çantalarımızı yaptık ve Cumartesi sabahı yola çıktık.


(Otomobillere ve arabayla yolculuk etmeye bir ilginiz yoksa alttaki paragrafı geçin gitsin.)

Bu arada yolla ilgili de birkaç istatistik paylaşayım. Araba severlere ve arabayla yolculuk etmek isteyenlere bir fikir olsun. Bizim evden Eskişehir'de vardığımız nokta tam 300 kilometre. Aracımız ise dizel otomatik bir Renault Clio. Saatte ortalama 110 km hızla yolculuk ettik, yani kuralları hiç ihlal etmedik hatta çoğu noktada hız sınırının altından altından gittik. Şehirler arası ayrılmış yollarda hız sınırı saatte 110 kilometredir, yüzde 10 hata payını da işin içine katarsak üst sınırı saatte 121 kilometre sayabiliriz. Tabii yolun şehir içinden geçtiği, gidiş dönüş birleştiği noktalarda bu sınır saatte 90, 70 ve 50 kilometreye kadar düşebiliyor ama bu tip bölgeler yolun muhtemelen yüzde beşini bile kapsamıyordu. Her neyse, saatte ortalama 110 kilometre hız ile seyahat etmemiz sonucunda da 100 kilometrede ortalama 4.6 litre yakıt tüketimi grafiğine eriştik ki kış lastiğiyle hiç fena bir rakam değil. Saatte 90 - 100 km aralığında gidilse belki biraz daha düşürülebilir bu rakam ama o şekilde de yol bitmek bilmiyor, inebileceğini maksimum rakam da 4.2 litre olur gibime geliyor. Bu arada gidiş de dönüş de üçer saat sürdü.

Eskişehir'e girerken İrem'i aradık, Espark'ın önünde İrem ve Dilan ile buluştuk, arabayı park ettik -çünkü Eskişehir'de neredeyse her yere yürünebiliyor- ve etkinlik mekanına gittik. Ekip hazırlıklarını sürdürüyordu, bu kez sadece sunumlardan oluşan bir Pecha Kucha'nın ötesinde bir güne yayılan farklı farklı etkinliklerden müteşekkil VUF - Yaratıcı Sektörler Buluşması adından daha kapsamlı bir programa imza atmışlar. Sunumlara daha vaktimiz olduğunu öğrenince gidip hayallerimizi süsleyen burger'i yemeye karar verdik ve Merve'yle City House Burger'e yürüdük, dedim ya her yere yürüyorsunuz zaten diye. Şimdi uzun uzun bu mekanı ve yiyeceklerinin lezzetini anlatmayacağım ama benim gözümde Eskişehir'i, İç Anadolu'yu geçtim Türkiye'nin en iyi burger'cilerinden biri burası. Kısacası Eskişehir'e giderseniz asla affetmeyin. Sonra tekrar sunumların gerçekleşeceği mekana döndük, İrem bizi kalacağımız yere götürdü, eşyalarımızı bırakıp geldik, derken "drink & draw" etkinliğinin de başlamasıyla mekan git gide kalabalıklaştı ve sunumların vakti geldi. Bu geçen vakitte biz de hem Merve ile son bir prova yaptık hem de Aydan ve Oğuz adlı iki güzel insanla tanıştık sohbet ettik.


İlk sunum Onaranlar Kulübü'nündü. Yaptıkları işi, izledikleri yöntemi, hayata bakışlarını anlattılar. İkinci sıra ise bizimdi, biraz heyecanlı başlasak da kazasız belasız sunumu atlattık. Bizim ardımızdan da Osman Tanaçan sahnedeydi. Kendisi ömrü fotoğrafla geçmiş bir büyüğümüz, yıllardır üzerinde çalıştığı bir kitap projesi ve Fotoğraf Müzesi hayali varmış, dilerim ikisini de görürüm. Sonra bizim de dahil olduğumuz bu ilk üçlüye bazı sorular soruldu, bir soru cevap faslı oldu. Ardından The Rump Project kendini anlattı. Farklı şehirlerden farklı işler yapan ve üretme amacıyla yola çıkan insanlardan oluşmuş bir toplulukmuş kendileri. Sonrasında kim ne zaman çıktı tam sırasını hatırlamıyorum ama Deniz Köse çıktı sahneye galiba. Kendisi bir baskı sanatçısı ve bu türe dair hiçbir fikri olmayan ben gibi insanları bile ilk görüşte etkileyen işler üretiyor. Merve ile favori sunumumuz onunkiydi. Sunum değil de tarzı, samimiyeti ve delikanlılığı bizi bayağı etkiledi, denk getirip de yüzüne diyemedim, bir ara İstanbul'da karşılaşırsam söyleyeceğim, Mixer'in sanatçılarındanmış. Onur Şentürk'ün sunumunu dinledik, çılgın çılgın işler yapmış bir animasyoncu kendisi, "vay arkadaş" dedik, sonra etkinliğin en beğendiğimiz diğer ismi Hüseyin Özkan sahneye çıktı. Öyle işler yapmış, bunları öyle normal ve doğal anlattı ki gerçekten de tavrına tarzına hayran kaldık Merve ile. Sonra da Yalın Mimarlık'ı temsilen bir bey sahneye çıktı. Şehir ve mimari algı üzerinden şu an içinde bulunduğumuz durumu eleştiren ama bireysel olarak da kurum olarak da buna dair herhangi bir çözüm önerisi ya da yöntemi olmayan bir sunum gerçekleştirdi. Toplumumuzun içinde boğulduğumuz problemlerinden biri: Eleştir, göz önüne ser ama çözüm için ne yapıyorsun deyince çok da net cevap vereme. Şayet 15 yıl önce benzer bir sunum izlesem/dinlesem farkındalık yarattığı için beğenebilirdim ama şu an o seviyeyi geçtik, o farkında olmamız gereken şeyleri zaten ağzımızın ortasına diktiler, o yüzden bir çözüm önerisi, umudu, yöntemi olmayan şeyleri dinlemeye artık pek mecâlim yok.

Kısacası bizle birlikte 8 sunum vardı ve ben de Merve de genel olarak görüp duyduklarımızdan ciddi anlamda keyif aldık. Etkinliğin ardından orada oyalanırken Oğuz bizi Hoca kod adlı Emin ile tanıştırdı, sonra Pecha Kucha'nın organizasyonundan bir kısım insan İrem, Oğuz ve Emin bir şeyler yemeye gittik sohbet muhabbet orada biraz daha koyulaştı, oradan da bu etkinliğe katılan insanların büyük kısmının olduğu bir bara geçtik. Sigarasız bir alan bulmak pek mümkün değildi ama yine de bulabildiğimiz bir yerde önce biraz dikildik, sonra da başka boşalan bir yere oturduk. Gün içinde tanıştığımız Aydan'ın da tekrar bize katılmasıyla, Merve, ben, Oğuz, Aydan, Emin bayağı havadan sudan her şeylerden konuştuk sohbet ettik bol bol. İrem yanımıza uğradığı bir ara "İstanbul'da patlama olmuş" dedi. Hemen telefonlara sarıldık, yakın çevremizden haber almak, herkes iyi mi öğrenmeye çalışmak ve olayı anlamak için. Tadımız kaçtı, zaten bir süre sonra sigara dumanı da her ikimizi de yorunca müsaade isteyip tüm tanışıp vakit geçirdiğimiz dostlarımıza teşekkür edip oradan ayrıldık ve kalacağımız yere yürüdük, yürürken de hem Eskişehir'den hem de Eskişehir insanlarının güzelliğinden bahsettik Merve ile gündemin baskısını kafamızdan atabilmek için. Sonraki sabah da kalktık, bir kahvaltı edip öyle yola çıkalım dedik, TripAdvisor sağ olsun Doyuran Kahvaltı adlı yere gittik ve gerçekten şahane ama hiçbir abartısı olmayan bir kahvaltı ettik. Dışarıda yer bulabildik ancak ama iyi ki yine de oturmuşuz. Burayı da listelerinize ekleyin, Eskişehir'de kahvaltı edecek yer aramayın. Sonrasında Merve'ye şatolu parkı gösterdim (sanıyorum oranın gerçek adı Sazova Bilim Sanat ve Kültür Parkı) orada da bir tur attık ve dönüş yoluna koyulduk.


Dönüş yolculuğumuz Ceyl'an Ertem'in YUH! albümündeki Son Bakış yorumuyla başladı. Şahane bir yorum her yönüyle! Ceyl'an'ın da haykırdığı gibi unutmamaya, alışmamaya çalıştığımız ne çok olay, ne çok isim var ve her gün yeni bir yük daha biniyor sırtımıza ama pek çok insan aynı noktadayız neyse ki: "Unutma ki kalksın başımız yerden!"


Eskişehir'e ve insanlarına dair de birkaç söz söyleyip yazımı bitireceğim inşallah. Eskişehir şahane bir yer, tam anlamıyla bir Cumhuriyet kenti, bir Anadolu kentinin varabileceği en iyi noktalardan birinin canlı kanlı örneği. Bunu Türkiye'deki şehirlerin yarısından çoğunu görmüş biri olarak söylüyorum, Anadolu'da şu algıda, şu gelişmişlikte 10 tane kent olsa Türkiye bambaşka bir yere dönüşürdü, tabii bu da bir anda olmadı, onlarca belki yüzlerce insanın hayalleri ve on yıllarca süren emekleriyle oldu. Umarım diğer kentlerimiz de bir gün, şehir kalitesi, sosyal ilişkileri, kültür, sanat eğitim ve topluma katkısı yönünden Eskişehir'e daha çok benzerler. Bu güzel şehrin insanları da şehre benzemiş. İlk hangi taraf diğerini kendine benzetmeyi başardı bilmiyorum ama sonuç hem şehir hem insan güzelliği olduğu için olayın başlangıcının önemi yok. Tanıdığım tüm Eskişehirli insanları düşünüyorum, Eskişehir'de okuyanları düşünüyorum sonra, Eskişehir'de yaşayanları falan, tabii biraz saçma bir genelleme ama yolu Eskişehir'le kesişmiş bir tane güzel olmayan insana denk gelmedim. Herkes samimi, paylaşımcı, misafirperver gerçekten de! Bu gezimizde de hem Eskişehir hem Eskişehir insanı hakkındaki bu duygularım katmerlendi resmen. Bu vesileyle Eskişehir'de bizi sohbet ve muhabbetleriyle gün boyu ağırlayan Oğuz, Aydan ve Emin'e teşekkür edeyim bir önce! Eskişehir'e geldikçe kapınızı çalarız artık, biz de sizi İstanbul'a veya denk getirebilirsek Antalya'ya bekleriz.

Son ve kocaman bir teşekkür de İrem başta olmak üzere Dilan, Görkem, Başak ve ismini hatırlayamadığım veya tanışmadığım tüm diğer Pecha Kucha Eskişehir ekibine! Bizi etkinliklerine davet ettikleri, bu güzel hafta sonunu yaşamamıza ve bunca güzel insanla tanışmamıza vesile oldukları için! Zamanla onlardan gelen fotoğraf ve videoları da Abur Cubur Center'ın Facebook, Twitter veya Instagram kanalından paylaşırız; ben de kendi çektiğim fotoğrafları tab ettirince buraya bir yerlere koyarım. Bu arada yukarıdaki 3 tweet'i de içeren akışın tamamı için buraya buyurun.

---

Bu uzun yazının ardından hâlâ okumaya mecâli kalanlara okunmalık yazı önerisi:
Faşizm geliyorsa nasıl yaşamalı?

Pazartesi, Aralık 05, 2016

Karşılaştığım Müzikler #0002 || 161205


Geçtiğimiz günlerde bir yazı yazmıştım, Karşılaştığım Müzikler #0001 başlıklı, uzun süredir karşılaştığım nice şarkıyı/albümü biriktirdiğim için biraz da uzunca bir müzik listesi çıkmıştı ortaya, bundan sonra o kadar uzatmadan 5'e ulaştım mı hemen yeni yazıyı patlatacağım, tıpkı Okuduğum Kitaplar serisinde olduğu gibi. Lafı daha çok uzatmıyor ve karşılaştığım müzikleri paylaşmaya devam ediyorum.

1. No Land - Aramızda (albüm)


Aslında bu albüm geçen yazıya girmesi gerekenlerdendi, neden nasıl bilmiyorum bir şekilde atlamışım, ayıp etmişim. 2016'nın etkileyici albümlerinden birine imza atmış No Land bana kalırsa. Enstrümanları, düzenlemeleri, sözleri ve yapısıyla beni çok güzel diyarlara götürdü bu albüm, bedenim sabit kafam dolaştı geldi, sık sık dinlediğim albümlerden biri bu aralar, özetle dinleyin derim. Spotify'da da var.

2. Tamer Temel - Dram


Yazının ikinci parçası, geçen yazıda albüm tanıtım videosunu paylaştığım Tamer Temel'in heyecanla beklediğim Serbest Düşüş albümünden geliyor, eserin adı Dram. Gerçekten de heyecanla beklediğime çok değecek bir albümün geldiğini bana göstermeye yetti bu şarkı. Ekip zaten canavarlardan müteşekkil, Tamer Temel'in yanı sıra Eylül Biçer, Serkan Özyılmaz, Matt Hall ve Volkan Öktemvar ekipte. Daha da bir şey yazmıyorum bu konuda.

3. Veys Çolak - Ne Haldeyim


Veys Çolak geçtiğimiz günlerde yayınladı Ne Haldeyim adlı bu tatlı parçayı. Melodisi, sözleri, görüntüler zaten izleyeni/dinleyeni hızlıca yakalayıveriyor. Üstelik şarkının başlarında içinde "ne olacağdı da" geçen bir cümle var ki şarkının beni yakalamasını resmen 5 kat hızlandırdı. Veys Çolak bundan önce de iki tane gitar yorumunu paylaşmıştı YouTube kanalından, onlara da bir göz atın, etkileyici performanlaslar: Uzun İnce Bir Yodayım ve Gönül Dağı.

4. Tuğçe Şenoğul - Onun Karanlık Huyları


Uzun zamandır bir şarkı ile karşılaştığıma bu denli heyecanlanmamıştım desem yeridir. Tuğçe Şenoğul albümünü yayınlamadan evvel tadımlık şahane bir canlı performans videosu yayınlamış. İşbu kayıttan pay biçerek şahane bir albüm geliyor desem hiç de yalan olmaz zaar. Kendisini Seni Görmem İmkansız zamanından beri takip eder, sesini pek beğenir, neden bir şeyler yapmıyor diye de düşünmeden edemezdim. Heyecanla albümü de bekliyorum, Facebook sayfası da burada.

5. Canberk Ünsal - Ben Nerdeyim


Canberk uzun bir zaman sonra yeni bir şarkısını paylaşarak yine dertsiz gönüllere ızdırap olacak müzik açığımızı kapadı. Ne şanslıyım ki bu şarkılar ilk bir bana geliyor, sonra YouTube'a falan gidiyor, ben de böylece nice insandan önce dinleyebiliyorum bu işleri. Sonra bu adam niye böyle melankolik oldu... Kendisinin diğer şahane işlerine şurayı tıklayıp YouTube kanalına ulaşarak bakabilirsiniz, bir de Facebook sayfası açmış, hem kendi işlerini hem de çaldığı sahnelerin haberlerini paylaşacakmış, takip etmekte fayda var.

6. Bertuğ Cemil - Ayna


Bertuğ Cemil kendi SoundCloud hesabından bu cayır cayır parçayı paylaştı birkaç gün evvel, ismi Ayna! Sözleri, müziği, yüksek gaza getiriş oranıyla ve içindeki canavar gibi rock'n roll ruhuyla benim çok hoşuma gitti bu parça, siz de dinleyin bence, sözlerine de kulak vere vere.

---

Evet bugünkü müzik önerilerim bu kadar, bir Pazartesi günü için olabilecek en iyi şeylerden biri müzik dinlemeye vakit ayırmaktır diye düşünüyorum. Hah bir de unutmadan ekleyeyim buraya da, Abur Cubur Center'ın son bölümünde de bahsettik, şuradan izleyebilirsiniz, önümüzdeki hafta sonu yani 10 Aralık'ta Eskişehir'deyiz. VUF - Yaratıcı Sektörler Kaynaşması kapsamındaki Pecha Kucha sunumlarından birinde biz de Merve ile 20 saniyelik 20 slayt ile Abur Cubur Center'ın hikâyesini anlatacağız. Çok heyecanlı! Yolu düşebilen olursa bana haber versin. Şimdilik gelişmeler böyle, şen ve esen kalın!