Pazartesi, Ağustos 31, 2015

Adamlar


Adamlar adında bir grup var. 2014 yılında Eski Dostum Tankla Gelmiş adında bir albüm yayınladı bu grup. O vakitlerde pek çok zevkine güvendiğim dostum çok iyi albüm demişti hatta bir kısmı işi ileriye götürüp yılın en iyi albümü bile demişti de bir türlü vakit ayırıp kendilerini dinleyememiştim. Adamlar'a dair kulaktan dolma bir şekilde tek bildiğim şey ise vaktiyle Halimden Konan Anlar isimli grubun bir şekil evrilerek Adamlar'a dönüştüğünden fazlası değildi. Halimden Konan Anlar'ı da Kendime Çaylar isimli şarkılarıyla komşuluk ettiğimiz Kompile Karga 4: Söz albümü sayesinde duymuştum -ki çok iyi şarkıdır Kendime Çaylar! Neyse neticede bir şekilde olaylar gelişti ve 2015'in ilk yarısı bitmeden ben bu albümü aldım ve gerek arabada, gerek evde, gerek işte bolca dinledim.


Albüm öyle bir albüm ki her şarkı insanın ağzına/aklına yapışıyor, tam albüm bitti derken "dur bir daha dinleyeyim" dedirtiyor. Sonra fark ettim ki bu konuda böyle düşünen bir tek ben değilim. Merve de, Bekir de, kısacası benim direkt ya da dolaylı olarak albümü dinlemesine vesile olduğum herkeste muazzam bir bağımlılık yapıyor albüm. Neyse ben de bir baktım ki bu albümü kolay bir şekilde tüm şarkıları efsane albümler klasörüme eklemişim beynimde ki bayağı zordur bir albümü o şekilde etiketlemem. Sonra "Bir konserleri olsa da gitsem acaba sahneleri nasıl?" sorusu kafamı kemirmeye başladı. Akabinde evelki akşam kendilerinin bir konserine denk geldik, hem de Kadıköy'de (Kadıköy Sahne) hem de Cihan Mürtezaoğlu konseriyle birlikte! Daha ne olacaktı. Atladık gittik Merve ve Bekir ile. Cihan'ın konserleri ve müziğine apayrı bir yazı ayıracağım şimdi bu yazıyı dağıtmayayım.


Adamlar gerçekten inanılmaz! Hayatımda gittiğim en rock'n roll konserlerden biriydi. Solist Tolga Akdoğan -ki kendisi tüm şarkıların da sahibi gibi bir şey yanlış bilmiyorsam- bugüne dek gördüğüm en iyi frontman'lerden biri, utanmasam en iyisi diyeceğim. Muhteşem bir enerjisi var sahnede, sesi ve sesini kullanışı muazzam, grubun icrası da canavar gibi, kısacası mest olduk konserden. Bayağı hem atlayıp zıplayarak, hem mest olarak, hem de sürekli ergencesine birbirimizi "abiiiiiii" diye dürterek konseri bitirdik. Nasıl diyeyim bilemiyorum ama çok çok iyiler. Alternatif sahnenin en canavar ekiplerinden zaten, bana kalırsa ana akım sahneyi de havaya uçururlar biraz daha tanınmayla. Hani Duman'ın dinleyene/izleyen verdiği bir rock'n roll hissiyatı vardır ya konserlerde ki başka da sanırım hiçbir grupta yok bu, işte Adamlar'ın da onlarınkine benzeyen ama daha farklı bir güçleri var sahnede. Benim dev bir müzik şirketim olsa (Sony falan gibi misal) peşlerinden koşardım tüm gücümle. Neyse çevremdeki herkese bu grubu keşfetmelerini ve dinlemelerini telkin edeceğim bir süre daha. Sizler de dinlemediyseniz bir 50 dakikanızı bu canavar gibi albüme ayırın, sonra da koşarak ilk yakaladığınız konserlerine gidin, gelip beni alnımdan öpmezseniz ben de ne olayım!

Pazartesi, Ağustos 24, 2015

Bir Salatalık, Bir Patates ve Bir Havuç


Nouvelle Vague konsere gelmiş okula, okul dediğim üniversite aslında ama dershane binası gibi bir yerdeyiz, lisedeki gibi 30-40 kişilik bir sınıftayız hatta. Göktül karşılayıp sınıfa getiriyor iki kadını. 19-20 yaşında gerçekteki havalı ablalara pek de benzemeyen bu iki genç Fransız kadının yanına gidiyor ve "konser öncesi bir şeye ihtiyacınız var mı, ne istersiniz" minvalinde sorular soruyorum. Çünkü ben de meğer Müzik Kulübü'nden sorumlu bir kişiymişim. Fransız olduklarından mütevellit ablaların İngilizceleri pek iyi değil, bana telefonlarından bir resim gösteriyorlar, bir konser fotoğrafı. Konserde sahnenin üzerine kurutulmuş sebzeler asmışlar dekor gibi ve bana onları işaret ederek kötü ama sevimli bir aksanla bunlardan birer tane istediklerini söylüyorlar. Yani benden bir salatalık, bir patates ve bir de havuç istiyorlar. Koskoca Nouvelle Vague! Neyse pencereden bakıyorum konser nerede olacak acaba diye, bizim üniversitedeki gibi yemyeşil stepler var ve üzerine davullar falan kurmuşlar, adeta Balkanlarda bir kır düğünü sahnesi. Neyse ben bana verilen kutsal görevi yapmak üzere sınıftan çıkıyorum. Bu sınıfın daha doğrusu üniversitenin içinde olduğu dershane binasına benzer bina aslında kocaman bir AVM'nin bir köşesinde yer alıyormuş.
 
Neyse sınıftan çıkıyorum ve aklımda şu iki seçenek beliriyor. Birincisi bu dev AVM'nin alt katında bir yemekhane olduğu ve şayet oraya gidersem bana bir patates, bir salatalık ve bir havuç verebilecekleri; ikinci seçenek ise AVM'nin içindeki Migros'u bulmak ve oradan ihtiyaçlarımı satın almak. Hangisine karar verdim bilmiyorum ama yemekhanenin girişini ararken onlarca dakika kaybettim ve bir tur da Migros'un içinden geçtim ama zaten yemekhaneye gidiyorum diye alacaklarımı satın almadım. Lanet olası AVM o kadar büyüktü ki! Sonra yemekhaneyi de bulamadım ve AVM'nin bir diğer ucuna vardım. Meğerse AVM'nin nasıl bir tarafı bizim üniversite ise öbür tarafı da çok lüks bir otelmiş...


Otelin müşterilerini rahatsız etmeyeyim diye halı kaplı yerlerde sessizce yürüyerek katları dolaşıyor ve otelin çıkışını bulmaya çalışıyorum. Katların birinden geçerken açık bir kapıya denk geliyorum, kral dairesi gibi kocaman bir daire görünüyor içeride, içeridekileri rahatsız etmeden geçip gideyim derken kapıda çok güzel yaklaşık 40 yaşında siyah saçlı mavi gözlü bir kadın beliriyor. İşin enteresan yanı bu esnada ben de 40 yaşlarında kısa sarı saçlı beyaz tenli bir kadın olduğumu hissediyorum. Kadından hoşlanıyorum ve onun da benden hoşlandığını hissediyorum, "birlikte buradan kaçalım" diyorum, o da kocasından bıkmış olacak ki kabul edip gelip bana sarılıyor o andan itibaren birlikte oluyoruz. İkimiz de çok zengin kadınlar olduğumuz için yarına dair bir kaygımız da yok açıkçası.
 
Sonrasında nasıl oluyor bilmiyorum kendimi yine otelden çıkmış ve o uçsuz bucaksız AVM'nin içinde Migros'u aramaya devam ederken buluyorum. Kendim olarak, ama AVM öyle büyük ki koca bir pazar alanına dönüşmüş, üstü falan açık her tarafta tezgahlar. Sokak sokak koşuyorum bir yandan inanılmaz geç kaldığımı biliyor bir yandan da aradığım yeri asla ama asla bulamıyorum. Sonunda "daha fazla geç kalamam" diyerek geri dönüyorum ve genç kadınlara tam da "istediklerinizi bulamadım" diyecekken uyanıyorum.
 
Hasılı kelam koskoca Nouvelle Vague misafirim olmuş benden de istedikleri bir salatalık, bir patates ve bir havuç! Peki ben ne yapıyorum, yolda aşkı bulmama rağmen 3 sebzeyi saatlerce bulamıyorum. Evet buradan çıkarttığımız ortak ders belli: Yağmurlu bir sabaha uyanıyorsanız ve pencereniz açıksa, poponuzu daha sıkı örtmeniz gerekebilir.

Salı, Ağustos 11, 2015

Hayırlı Salı Akşamları


Enteresan duygularlar yüklü günler yaşıyorum, yorgunluk mutluluk, sinir, tatsızlık, buna bağlı olarak da yer yer çok şeyler yazasım geliyor ve akabinde o yazmak istediklerim uçup gidiyor. 2006 yılında olsam yani bu blogun gençlik günlerinde, her şeyi tane tane ve açık açık yazarmışım buraya, lakin gelin görün ki biz büyüdük ve kirlendi dünya, şu an hissettiklerimi o açıklıkta yazmak gelmiyor içimden. E ne yapalım peki yazıya da başlamış bulunduk artık bir iki şarkı atıp geçeyim bari sizlere, dinleyin gece gece (haydi siz de dinleyin sabah okurları) duygularınız karışsın sizin de...


Bu şarkı Başak Yavuz'un 2013'te Z Müzik'ten yayınladığı "Things..." albümünden, ismi de Bu Aralar. Başak ile, Ceyda (Özbaşarel Gülşen) ile yürüttükleri bi' şarkım var konserleri vesilesiyle tanışmıştım, hatta sağ olsun kendisi sonradan beni Açık Radyo'da aynı isimle yaptığı pek keyifli programına da konuk etmişti. Bu şarkı da aslına bakarsanız Facebook'ta gezerken Ceyda'nın paylaşmasıyla karşıma çıktı. Müziği susturmaya çalışan ahmaklara ithafen yazılmış bir kaç cümleyle beraber. Neyse ben bu kişileri adam yerine koymadan (belki görmezden gelirsem gerçek olmamaya başlarlar) bir iki parça daha paylaşayım bu yazıyı bitirmeden evvel. Belki yazının bir anlamı olur böylece...


Bu şarkı ise efsaneler topluluğu The Secret Trio'nun 2015'te Kalan Müzik'ten yayınlanan son albümü Three of Us'tan geliyor, ismi The Last Sultan. Albüm tamamen muhteşem bir albüm, ister YouTube'dan ister Spotify'dan açıp dinleyin, bu şarkının hemen ardından gelen Prelude in E Minor da eminim ki ağzınızı açık bıraktıracak. Kadro Ara Dinkjian, Tamer Pınarbaşı ve İsmail Lumanovsk'den oluşunca işte ağızlar böyle daha çooook açık kalır.


Bu eserin aklıma gelmesinin sebebi de annemin duvarındaki o şiir:

Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler.

diye başlayan Nazım Hikmet şiiri yok mu hani Kız Çocuğu adında, işte o.

Bir de değinmeden geçemeyeceğim bu aralar Gönül  sağ olsun Azeri müziğine çok başlangıç seviyesinde de olsa giriyorum. Zaten hayranı olduğum isimler vardı, onlara yenilerini de ekleme yolunda ilerleyeceğim inşallah zamanla. Alın size bir tane de yazı sonu şarkısı, sizin tanıdığınızla benim tanıdığımın bir ortak çaışması...


Jeff Buckley, Alim Qasimov ile beraber diyor ki What Will You Say...