Salı, Mayıs 22, 2012

Şüphesiz ki!


Evet şüphesiz ki İstanbul dünyanın en güzel şehri, ya da ilk 3'te falan en azından, yahut benim yaşam tarzıma en uygun şehir de olabilir tam emin değilim. Kadıköy, Moda, Caddebostan, Bağdat Caddesi şeklinde dar bir alanda da gezmiş olsam şu geçtiğimiz bir iki günde, yaşadığım şehrin müthişliğinden bir kez daha etkilendim. İnsanı güzel yahu buranın her şeyini geçtim, tipi güzel, düşünceleri güzel, kültürü güzel falan. Neyse bu laflarımdan bir ara kesin pişman olurum ama şu an bu sevgi patlamasını yansıtmak istiyorum tutarsızca! Bağdat Caddesi'nin de kesinlikle muadili yok dünya üzerinde bundan eminim, ağabey iki kez 57km/sa hızla trafik cezası da yese bu yolda.


Neyse ailemi, eşimi ve dostlarımı görme planlarımda yavaş ama emin adımlarla ilerliyorum. Merve Hanım'cığım o kadar süperto bir insan ki kalkmış ta Antalya'lardan gelmiş buraya iki günlüğüne, güzelce görüştük ve bir kaç aylık hasret giderdik. Kendisi de bir kere daha fark etti İstanbul'un güzelliğini, tabi bunda benim cazibemin de payı yok değil ahahahah. D&R gezmesi de yaptık tabi, o esnada Göstembil Project Barıştık mı cd'si ilişti gözüme, yani pek çok şey ilişti ama bu isim aklımda kalmıştı bir yerden. Baktım ki cd'nin fiyatı 1TL! Sevineyim mi yoksa Roxy'ye küfür mü edeyim san'ata verdiği değerden ötürü bilemedim ama aldım albümü. 2 şarkıdan oluşuyor ve tahminimce Roxy'de kendilerine ödülü getiren parçalar bunlar ve pek güzel bir albüm! Ben ortalarda yokken zaten piyasadaki gelişmeler almış başını gitmiş, hiç boş bırakmaya gelmiyor bu müzik piyasasını. Vera albüm yapmış, Yora albümünü yayınladı hatta tam benim geldiğim geceydi lansmanları çok istememe rağmen gidemedim, pek çok güzel insanın emeği olan bir albüm hemen edineceğim! Bir de Korhan Futacı ve Kara Orkestra'nın yeni albümü çıktı sanırım, bu aralar en beğendiğim müziği yapan adamlar kendileri.


Evin arka bahçesi yani otoparkın olduğu taraf bir anaokuluna bakıyor. Benim odam da o tarafında bulunuyor evin. Böylece her dinlediğim şarkıda ister istemez bir P.O.D. - The Youth of the Nations havası yakalıyorum. Bir de gmail hacmini 10GB'a çıkartmış, dolup taşacak diye çok üzülürken yine boş yerlerim açıldı çok sevindim.

Son olarak 23'ü Çarşamba gecesi Türk Müziği Kulübü'nün dönem sonu koro konseri var. Bu sefer alıştığımız üzere Güney Kampüs'te BTS'de değil yukarıda GKM'de olacakmış konser. Itrî ve Hacı Arif Bey eserlerinde müteşekkil bir konser olacak ve sanırım konsere kayıkla çıkacağım. Akabinde bir Emir Bey, bir kaç Emir Yargın konseri ve daha pek çok konserler, projeler ve videolar yapmak lazım. Göreceğiz bakalım.

Cuma, Mayıs 18, 2012

Kozyatağı Trafiği Candır (Polatlı Günlükleri XV)


İlk Polatlı günlüğümü yazdığım gibi tıpkı, son Polatlı günlüğümü de evden yazayım istedim. Böylelikle bir serinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz, sanki pek çok başka seriler yazmışız gibi. Bizden kastım ben ve blogum GSD. Ayrıca sadece bir serinin daha sonuna gelmekle kalmıyor, hayatımın da önemli bir dönemini geride bırakmış oluyorum böylece. Toplumumuzun büyük bir kesiminin sürekli olarak hepimize (tüm genç erkeklere yani) empoze ettiği "askerliği aradan çıkartma" dönemi bu geride kalan dönem. Ben bu aradan çıkartma tabirini hep mecazi bir anlatım sanırdım, yoksa araya bu denli gireceğini bilsem şüphesiz farklı bir yol yordam arayışına girerdim. Neyse şimdi abartmanın da lüzumu yok pek çok askere göre pek rahat ve konforlu koşullarda, üstelik de güvenli bir bölgede tamamladık askerliği. Daha da önemlisi son üç aydır devam ettirdiğim sabit gece nöbetçiliği görevim sayesinde belki de tüm Tugay'ın en rahat askerlik yapan ilk on askeri listesindeydim. Önceden de demiş miydim bilmiyorum ancak şansıma güvenirim.

Askerliğimin son gününe damgasını vuran olay ise Binbaşı'yla aramızda geçen diyalog oldu. İlişik kesme işlemleri için başlatılan imza kampanyasında gerekli imza çoğunluğuna ulaşmıştım. Binbaşı'na da imzalatayım dedim elimdekileri. Odaya girdim tekmilimi verip yanına vardım. İmza işlemini halletmiştik ki, Binbaşı bana dönerek "günlük tuttuğunu biliyorum" dedi. Ben de içimden "Allah-u Ekber wooohooo" dedim tıpkı İkbal Hanım gibi. Dışımdan "evet komutanım" dedim. Bu esnada gülümseyerek birbirimize bakıştık bir süre, kim daha önce kaçıracak gözlerini bakışmaları olur ya hani. Sonra "getir günlüğünü" dedi. Ben de öyle delikanlı bir insanım ki cebimden çıkardığım yeşil renkteki Keskin Color marka not defterimi masaya koymakla kalmayıp "komutanım, buna yeni başladım daha, bir tane de bitirdiğim var ama koğuşta, onu da getireyim mi" dedim. "Bizimle ilgili kötü şeyler yazıyor musun?" dedi, ben de "hayır komutanım, ben kötü şeyler yazmam" dedim. Bir süre daha gülümseştik, sonra "tamam defterini al sana güveniyorum" dedi, tam muhabbet komik yerlere gidecekken telefonun çalması üzerine odadan çıktım. Son günler toparlanmalar ve dolaşmalarla geçti. Son gün o kadar çok "teskere sigarası" içtim ki ağzım belerdi. Son sabah ise kalanlarla vedalaştık ve spor içtimasının ardından gitmek üzere ayrılacağımız spor alanına çıktık valizlerle. Bu arada bataryamızın en kısa dönemi olan İlker Bey bir gün evvel çıkmıştı. Kimileri bunu Artvin'li olmasından ötürü kazandığı 2 gün yol hakkına bağlarken, kimileri de fotofinişte kulak farkıyla askerliği önde bitirdiğini ileri sürdüler. Her neyse spor alanında Seyfullah Uzman teskerecileri ayırdı ve sıraya soktu, "şınav vaziyeti al" komutu verdi. Bu da çok eğlenceli bir komut. Bir diye bağırıp çömelip ellerini yere koyuyorsun, iki diye bağırıp çömeldiğin yerden poponu ve ayaklarını arkaya doğru atıp şınava hazır bir pozisyona geçiyorsun. Sonra saymaya başladılar sanırım Emre Bey'di sayan. Ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, 1 mayıs, 2 mayıs, 3 mayıs, 4 mayıs (buralarda homurdanmaya başlayınca sayma hızlandı), 6 mayıs, 9 mayıs, 11 mayıs, 14 mayıs, 15 mayıs, 16 mayıs, 16 mayıs, 16 mayıs şeklinde yaklaşık 15-20 kadar teskere şınavı çektik. Bu esnada olay mahaline gelen ütğm. bizi son kez çarpmayı ihmal etmedi. Bilemiyorum bir insan bunca beddua ile nasıl hayatta kalır. Sadece o an aldıklarıyla bile kolu falan kopabilirdi bana kalırsa. Her neyse, komutanlarımızla ve geride kalan dostlarımızla vedalaştık -ki ilerleyen kısımlarda bu "asker arkadaşlığı" konusuna ayrıca değineceğim- akabinde valizlerimiz elimizde nizamiyeye yöneldik. Sağ olsun Salih Bey de bize hep eşlik etti, valiz aranması ve izin kağıtlarının imzalanması takiben kendimizi her daim mıntıkasını ihmal etmediğimiz iki numaralı nizamiye kapısının önünde buluverdik. O sırada vedalaşamamamın içime oturduğu dostlardan Volkan Bey çıkıp gelmesin mi, kendisiyle sarıldık vedalaştık. Birlikte döneceğimiz dostum Yusuf Bey'in ailesi de geldi, onlarla tanıştık, son bir iki toplu fotoğrafımızı da çekilip, arabaya binip kalan dostlarımıza el sallayarak oradan uzaklaştık. Misal Salih Bey'i orada bırakıp gitmek üzücüydü ancak çok yakında onların da çıkacağını düşünerek kendimizi avuttuk.

Dönüş yolu heyecan vericiydi. Tugay'ın önünden Eskişehir-Ankara yoluna çıkıp da sola değil de sağa sapmak bile çok büyük bir adımdı bana kalırsa. Arabaya binmek, müzik dinlemek, Yusuf Bey'in ailesiyle -arabayı süren bir baba, ön koltukta oturan bir anne ve yanımızda oturan bir kardeşten müteşekkil bir aile bu- muhabbet etmek falan pek lüks pek havalı şeylerdi. Sırf biz hamburger yiyebilelim diye Eskişehir'e bile uğradık üzerinize afiyet. Sonra da ver elini Bursa. Ahahah bu ver elini kalıbını her kullanışta çok eğleniyorum neyse. Yusuf Bey ve ailesinin evine vardık, pek hoş bir tepe üzerinde önünde bahçesi arkasında ağaçları olan bir ev. Çok havalı iki tane dev baca manzarası da var ileride, elektrik santrali bacasıymış onlar da. Yusuf Bey'in annesi ve babası beni de evlatlarıymışçasına sıcak ve sarılarak karşıladılar, hoş sohbetlerinin yanı sıra orada bulunduğum kısacık zaman zarfında sürekli müthiş şeyler ikram ettiler (Türk kahvesi, dondurma, tarladan toplanmış organik çilek, çay) . Yusuf Bey'in kardeşi de havalı bir genç, müzisyenmiş kendisi sağolsun bize yolda dinleyelim diye güzel albümler hazırlamış. Beni ailece terminale bırakıp otobüsüm kalkana kadar beklediler. Nice teşekkür etsem azdır kendilerine, Yusuf Bey'le de uzun zaman sonra sarılıp "sabah kahvaltıda görüşürüz" demeksizin ayrıldık. Neyse kendisinden İstanbul'a gelme sözü aldım içim rahat. Yolun kalan kısmında önce bir süre otobüsle ilerledim. Tam karnım hafif acıkmış, muavin de yiyecek içecek servisine başlamıştı ki muavinin benim koltuğa gelmesini bekleyemeden uyuyakalmışım. Bu uykululukta tabi bir önceki gece Neşet Bey ve Yusuf Bey'le saat 03:00'te kalkıp güneşi birlikte doğuralım planımızın da payı büyüktü. Aslında planımız 4 kişilikti ancak Salih Bey kalkamadı ve bunu sabah "kafam kalkmadı" açıklamasıyla bize duyurdu. Neyse uyandığımda otobüs feribota binmek üzereydi. Tıpkı Almanlar yenilince bizim de yenilmiş sayıldığımız gibi, otobüs feribota binince ben de feribota binmiş sayıldım. Aylar aylar sonra denizi görmek, üzerinde ilerlemek öyle güzeldi ki! Feribotun ardından Ataşehir'e kadar hiç fena gelmedik ancak oradan bindiğimiz servis Kozyatağı'nda öyle bir trafiğe girdi ki eve hesaplarımdan biraz daha geç dönebildim. Hoş hiç şikayetçi olmadım trafikten keza İstanbul'un trafiği bile özlenir, Ankara'nın ise sadece İstanbul'a dönüş yolu özlenebilir Necip Fazıl Bey'in de belirttiği üzre. Servisin Özgürlük Parkı'nın orada beni bırakmasıyla mahallede bir yürüyüş yapma fırsatım da oldu. Sonra da eve geldim anneciğe ve ağabeye kavuştum, evime, odama, bilgisayarıma. İçimde her an uyanıp kendimi koğuşta bulacağım endişesi devam etti gün boyunca ancak bu sabah uyandığımda yatağımdaydım neyse ki. Inceptionvari bir çakallık yoksa  şayet yaşadıklarım gerçek.

İstanbul beni dün ve bu sabah gayet güzel karşılamışken, annemle İstanbul Radyosu'ndaki vaktiyle benim de bir parçası olduğum TRT İstanbul Radyosu Türk Sanat Müziği Gençlik Korosu konserine gitmek üzere yola çıkmışken, önce yağmur, ardından sağanak yağmur ve dolu yağışıyla bana karşı biraz bozuk olduğunu hissettirdi. Sanırım İstanbul henüz benim yaya olarak sokağa çıkmama hazır değil. Hasılı kelam ilk gidebileceğimiz konseri de böylelikle kaçırmış ve Yoğurtçu Parkı'nda bir çay içmiş olarak sırılsıklam eve döndük. Gecenin ilerleyen saatlerinde Merve Hanım'cığım da İstanbul'a teşrif edecek ve sanırım haftasonunu birlikte geçirebileceğiz, havalar da güzelleşse bari biraz. Sonrasında yapılacak nice iş, görüşülecek nice baş var. Unutmuyoruz ki hareket etmek her zaman iyidir keza "dönen tekerlek zaferi müjdeler".

Askerde neler kaybettim  diye bir hesap yapmaya girişmeyeceğim keza Binbaşı'na da belirttiğim üzre ben kötü şeyler yazmam. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim ki bu sürede hayatıma pek değerli dostlar kattım Salih Bey, Yusuf Bey ve Neşet Bey gibi. Bu ilk 3 isim dışında daha nice isim var ki gerçekten orada geçen en zor anları bile kolaylaştırıp yaşanabilir hale getirdiler ve arkadaşlık hanemde önemli yerler edindiler. Şansıma güveniyorum demiştim ya işte misal Tugay'daki iki adet gitar çalıp şarkı söyleyen insan olarak Aycan Bey ve ben aynı bataryaya düştük ve ne zaman istesek birlikte pek keyifli bir şekilde müziğimizi yaptık, batarya çavuşu adayımız Anıl Bey'in üst ranzasında ve Selçuk Bey'in sağ ranzasında yattım ki kendilerini tanıdığıma pek mutluyum, Recep Bey gitarıma Aycan Bey'in hediye ettiği telleri takmama yardım etti, topraklarım Ali Bey ve Harun Bey her şeyden evvel dostlukları ve bataryada üstlendikleri stratejik görevler sayesinde her zor anımda yanımda oldular. Tanıştığıma gerçekten memnun olduğum pek çok insan oldu Tugay'da. Hasılı bunca dem, askerliğim artık bitti ve heyecanla önümdeki yeni maceralara doğru yelken açmayı bekliyorum. Ayrıca ziyaretime gelen, kart/mektup atan, internetten halimi hatrımı soran ve beni askerde olmama rağmen hiç yalnız bırakmayan ve yalnızmışım gibi hissettirmeyen tüm dostlarıma da minnettarım, iyi ki varsınız!


* Son yazıma da ilk yazımda olduğu gibi bir fotoğraf koyayım. Tuğgeneral soldaki karede Neşet Bey'i öpüyor, bu noktada benim gececi olduğum ve birazdan bir tuğgeneral ile öpüşeceğim beyazlığımdan belli, sağdaki karede ise beni öpüyor. İlk haftalarında Tümgeneral ile tokalaşarak başlayan askerliğimizi son haftalar Tuğgeneral ile tokalaşarak bitirmek varmış kaderde, nasip. Bu rütbelerin bir kaç üstü Atatürk zaten, hahah. Sonraki yazılarım için diyorum ki artık: Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Salı, Mayıs 15, 2012

Ay (Polatlı Günlükleri XIV)


Evet yanlış duymadınız "şafak kaç" tarzında sorulara "atarsa Adana" ya da "atarsa 1" gibi cevaplar verebilecek kadar yollar kat ettiğimiz günlerdeyiz. Hiç inandırıcı gelmiyordu "bir gün böyle diyeceksin" dediklerinde. Meğersem oluyormuş. Ancak belirtmeden de geçmeyelim ki biz bu şafaklara asansörle inmedik. Ahaueahdueahuhfa. Yarın buradaki son tam günümüz, perşembe sabahı da bir aksilik olmazsa bu diyarlara veda edeceğiz kalabalık bir grup olarak. Yusuf Bey ve ailesinin eskortluğunda Bursa'ya kadar hareket edip, oradan da İstanbul'a geçme planı üzerinde duruyoruz hâlâ. Neyse bugün işte teskere çarşıma çıkmış bulunuyorum. Teskere çarşısına çıkmak üzere Binbaşı'na tekmil verirken yine tabi ki "hık mık" ettim. Bu "hık mık" edimi bende kalıcı olacak diye de korkmaya başladım açıkçası. Ben bugüne kadar hep düzgün hatta yer yer havalı cümleler kurmuş bir insanım, karşımda birileri bana bir şey sorduğunda neden kilitleniyorum 5 aydır bilinmez. Nede TSK? Niye beni bu kadar sık kilitliyorsun? Cevabını bildiğim sorulara bile cevap verdirtmiyorsun? Çok ayıp bu yaptığın. Her neyse!

Silahlık nöbetimin son günleriydi. Gece ortalık fazlasıyla sessiz olduğu için devriye atmaya gelenlerin seslerini ta kapıyı açmalarından itibaren duyabiliyorum. Sonra da bana doğru yaklaşan adımlarını. Neyse yine olaylar böyle gelişti, önce kapı açıldı, sonra adımlar yaklaştı, sonra beklediğim şekilde içeri biri girmedi kapının önünde adımlar durdu, sonra kapıya bir pilot kalem fırlatıldı ve seken kalem içeri yere düştü. Ben sıçradım ve içten içe "hayırdır inşallah" derken bir anda Aykut Uzman girdi içeri, "korktun mu?" diye gülerek. Hahah pek eğlendim. Aykut Uzman da pek sevdiğimiz uzmanlardandır, hem güleryüzlü ve kafa dengidir hem de müzisyendir. Böyle de beni korkutmayı denedi ve başardı gayet.

Grangé'ın Şeytan Yemini adlı kitabını da okudum geçtiğimiz günlerde, konu olarak son okuduğum 3-4 kitabından daha başarılı kesinlikle ama bir Dan Brown değil tabi. Dan Brown'ın ismi de ne biçim isimse arkadaş ilkokul İngilizce kitabından fırlamış gibi. Neyse Grangé Bey'in ismi, Brown Bey'in de yazarlığı daha iyi.

"ay ışığına vuruldum ben
çok uzaklarda olsa da"
Demiş denilebilecek en güzel şekilde Şebnem Hanım. Buradan ay'la ilgili bir paragraf dolusu yazıya başlayacağım, keza ben de hatta Yusuf Bey'le biz de ay ışığına vurulduk sanırım gececilikten ötürü. Aydınlık kelimesinin kökeni de ay mıdır acaba? Eğer öyleyse gerçekten helal olsun güneşten daha zarif bir şekilde taşıyor bu kökçüllüğü. Bir de günebakan olarak da tabir edilen ama daha yaygın olarak ayçiçeği olarak bildiğimiz çiçekler güneşi takip ettiği gibi ay'ı da takip ediyor mu? Şayet etmiyorsa ayçiçeği ismi yine ayın zerafetinden başı dönmüş birilerinde konulmuş olabilir bencileyin. Dolunay ne güzel şeydir bir de! Salih Bey bir de bazı bulutların ayın arkasından geçtiğini gösterdi bize çok şaşırdık bu konuya gerçekten de. Tarkan Bey bu konuda ne demiş o mükemmel şarkısında hepimiz biliriz herhalde. "ay bile bulutlardan düşer" demiş. Demek bunu kast etmiş de biz anlayamamışız çocuk yaşta. Misal "ay ay ay ne tatlısın" gibi ünlem olarak kullanmaya alıştığımız ay kelimesi de özünde bir ay yüzlü veya ay parçası anlamı taşıyor olabilir mi? Bakalım Dede Efendi bu konuda ne demiş:
"mah yüzüne âşıkanım
taze bitmiş gül fidanım"

Bu arada Yusuf Bey'le geçtiğimiz gece sanırım 04:00'e doğru iki tane UFO gördük ardarda. Kayan bir yıldıza göre çok yavaş, bir uçağa göre ise çok hızlı ve yıldızvariydiler. Üstelik sanki öndeki arkadakini çekme halatıyla çekiyormuşçasına takip mesafesini korumaksızın gidiyorlardı. Belki de yarışçı UFO'lardı gördüklerimiz ve arkadaki öndekine active press uyguluyordu o an kim bilebilir? Sonra da ikisi de fade out oldular baya bir mesafenin ardından. Benzer bir UFO vakasına da bir kaç gün sonra Salih Bey'le şahit olduk. Bu sefer farklı yönlere gidiyorlardı ve daha erken bir saatte yolculuk yapıyorlardı. "Ne var arkadaş bu Acıkır'da? Bu kadar mı işsiz UFO var galaksimizde?" diye düşünmeden edemedim. O zaman diyorum ki "I want to believe" ve akabinde ekliyorum "the truth is out there". Buradan Sıkali Hanım ve Moldır Bey'e de selamlar.

Önümüzdeki günlerde İstanbul'dan bildirmek üzere şimdilik müsaadenizi istiyorum, tekrar buluşuncaya dek şen ve esen kalın!

Cumartesi, Mayıs 05, 2012

Filler? (Polatlı Günlükleri XIII)


Yahu oturdum internet kafedeki bilgisayara neyse maillerdir falandır derken girdim facebook'a kimin fotoğrafına baksam bir kilo almalar, çok affedersiniz bir fil gibi olmalar, en hafifinden pandalaşmalar gördüm, sonra kendi bir fotoğrafıma denk geldim baktım baya kilo almışım, sonra azıcık düşünmeye başladım geçmişteki bir fotoğrafta kilo alamazdım ve o zaman gerçeği anladım, ekran herkesi enine büyüten cinstendi, çok rahatladım, İstanbul'a dönünce tüm arkadaşlarımı fil gibi bulmak istemezdim keza. Neyse ferahladım şu an evet.

Geçen çarşı dönüşüydü ya da evvelki tam hatırlamıyorum, gece nöbetim yoktu yani uyuyabilirdim ancak sonraki gece nöbetim olduğu için gündüz de uyuyacaktım, bu durumda gece erken uyursam gündüz uykum kaçacak ve sonraki geceki nöbette yine uykum gelecekti. Vay maşallah anlatımıma kurban. Neyse ben gecenin bir yarısı bomboş bataryada tabiri caizse mal mal dolaşırken Ahmet Uzman'a denk geldim, ne yapıyorsun dedi, durumu izah edince "gel film izleyelim" dedi, öncelikle Titanların Savaşı diye bir filme başlar gibi olduk, sonra dedi ki "Inception da var" ben de Inception'u izlemeyen dünyadaki son 10 insandan bir olmak istemedim daha fazla ve bu filmi izlemeye karar verdik. İyi filmmiş hoş filmmiş vesselam, askerde de film izlemiş oldum Ahmet Uzman vesilesiyle, malum yakın çevrem bilir Balans ve Manevra'yı ağabeyimle izlediğimiz o akşamüstünden sonra sinemaya küsmüş yıllarca çok az film izlemiştim. O yüzden Teoman'ın müziği bırakmasına da ağız tadıyla sevinemedim ya zaten! Her neyse.

Dan Brown'ın Kayıp Sembol adlı kitabını okudum arada geçen vakitte. Çok iyi yazıyor adamcağız vallahi, düşünüp üzerinde konuştuğumuz konularda birinin üşenmeyip kitap yazması pek hoşumuza gitti ayrıca Yusuf Bey'le. Okuyup beğendiğim kitapları -benim kadar okuyacak vakti olmasa da- zorla ona da okutuyorum. Masonafobiası olanlar için şiddetle tavsiye edebilirim ayrıca bu kitabı. Bu korku türünü de sanırım az evvel ürettim. Malum insanoğlu bilmediği şeyden korkarmış.

Not almışım bir de -ki geçen günlerde not defterime hiç bir şey yazmayarak bu notumun doğruluğunu da kanıtlamış oldum- ya artık yazacak olaylar bitiyor ya da benim gözlem yeteneğim köreliyor, bu da demek oluyor ki bu kadar askerlik yeter yeni diyarlara yelken açmak lazım.

Arada Salih Bey'le uzun uzun muhabbetler ediyoruz, hiç şüphesiz ileride "ne de güzel günlerdi" yanılsamasına sebep olacak şeyler bunlar. Misal geçen gecelerin birinde saat 03:00'e kadar kitap kapladık harekat odasına, ama hem pek keyifli sohbet ettik, hem bir yandan azıcık müzik dinledik, daha sonra Ahmet Uzman da bize katıldı falan, derken olaylar gelişti saat 03:00 oldu. Benim nöbetimden yenilen bu vakitler tabi Salih Bey için pek iyi olmuyor sabah uyanma esnasında.

Geçen günlerde yaşadığım bir diğer olayı yazayım. Binbaşı'nın nöbetiydi ben de elimdeki kitapları imzalatmak için -bir başka imza günü- yanına gittim, tekmilimi verip imzalatacak kitaplarım olduğunu söyledim, "getir" dedi, keyfi yerinde görünüyordu gayet. "Biraz rengin gelmiş, AMK'dakiler de vampir gibiler." dedi, ben de subaylarla konuşurken saçmalamazsam olmaz diye düşünerek "akşamüzerleri biraz erken kalkıp güneşte dolaşıyorum komutanım" dedim. Güldü. İmzalattığım kitap olan Behzat Ç. üzerine bir miktar konuştuk sonra da odadan ayrıldım. Aynı gün sanırım, daha erken saatlerde üsteğmenlerimizden biri danışmanlık yapıyordu ve sıram gelince beni de çağırdı. "Hangi takımdasın?" dedi, 3. Atış Takımı'nda olduğumu belirttim -ki bu soruya ilk günlerde Fenerbahçe gibi cevaplar verenlerimiz de olmuyor değildi- ardından Üsteğmen "sen benim takımımda değilsin ki" dedi, afyonumun patlamamasından ötürü hata yapmıştım "haklısınız komutanım 2. Atış Takımı'ndayım" dedim, o an içeride bulunan yazıcı Ali Bey bile şüpheye düştü o kadar kendimden emin söylemiştim üçüncü takımda olduğumu halbuki. Diğer üsteğmenimizin adını belirttim takım komutanım kendisidir dedim, "artık benim" diye cevap aldım, sonra da "ne yapacağız Emir senle bilmem daha takımını bilmiyorsun" dedi neyse ki bu esnada gülümsüyordu -milyarda bir denk geldiğimiz bir sahne- ben de hiç durur muyum subay bulmuşken "yeni uyandığım içindir komutanım" dedim. Sonra bir problemim olup olmadığını sordu o an yaptığı görev icabı, görüşmemiz sonlandı. Diğer arkadaşlara "bir probleminiz var mı, nasıl gidiyor, nasılsınız" diye sorduğunda "yok Allah'a şükür komutanım, siz nasılsınız" diyenler dahi olmuş. Az önce yaptığım kullanım "bile anlamında dahi kullanımı"na iyi bir örnek teşkil ediyor.

Bir diğer subaya saçmalama vakam da şöyle vuku buldu. Çünkü sadece vaka'lar vuku bulur. Geçen çarşıya çıkışlarımızdan birinde -ki olabilecek en ters nöbetçi heyetiyle karşı karşıyaydık- çarşı dönüşü bizim servis geldi, diğerlerinden biri bozulmuş, neyse nizamiyede birlik birlik sıraya girdik ama ortada gergin bir durum var bir ton adam eksik falan. Nöbetçi Amiri olan Yüzbaşı oldukça sinirli. Kolormatik gözlüklerinin ardından ateş saçan gözleri seçilebiliyor ki oldum olası kolormatik gözlük takan insanlara pek güvenmem. Bir anda yaklaşık bana doğru bakarak "ne o elindeki" dedi, kolormatik gözlük takıyor ya ondan tam kestirmedim nereye baktığını "ben mi komutanım" diyerek hık mık ettim, baktım elinde poşet olan kimse yok "sigara" dedim, "içeride yok mu" dedi, "YOK!" dedim, sonra ne yapıyorum lan ben bu neyin cesareti, artizliğim kime, cami duvarı nerede gibi şeyler diye düşünerek lâhzâda yan çizdim, "bu modelden yok yani komutanım" dedim. Sigara modeli çok havalı geliyor değil mi kulağa, alt tarafı Camel. O hafta içi kantine Camel soft geldi gerçekten de ama sanmıyorum ki Yüzbaşı o kolormatik gözlüklerle o mesafeden torbanın içindeki Camel'ları görüp de bana iyilik yaptı. Zaten bakışlarıyla çok ağır konuşuyordu işitsel olarak bir ses çıkartmasa da.

Geçen mıntıka yaparken, Ahmet Uzman'ın nöbetiydi (bu arada önceden de muhakkak belirtmişimdir ne zaman gerekli vakitten azıcık erken uyansam ya da azıcık geç yatayım desem kendimi elimde ikinci el izmaritlerle ve gözlerimde kartal bakışlar yerleri tararken buluyorum) bizim bölgemiz olan İki No'lu Nizamiye'nin dışına çıktık ve Tugay sınırları dışında bir sigara molası verdik, nasıl özgür bir his anlatamam, yani arkanızda -10m kadar arkanızda- koskoca Tugay da olsa, o an önünüzdeki çorak kır manzarası size pastoral şiirler düzdürebilecek güzellikte geliyor.

Nil İpek Hanım ve Ilgın Hanım'lara cevap yazayım diye elime kalem alıp oturduğum bir nöbetimde ise bir anda şu satırları yazmış bulundum:

günleri sayıyorum geceleri ve kararan şehirleri
tarihi değiştiriyorum her gece tüm gücümle
iterek zorla bir gün daha ileri
yıldızlar, fabrika, baykuşlar ve biz
bekliyorum geceler kadar özgür gündüzleri

Geçtiğimiz günlerde bizi geziye götürdüler, Kartaltepe Mehmetçik Anıtı, Sakarya Şehitliği, Duatepe Anıtı ve Gordion'u içeriyordu rotamız. En çok Duatepe Anıtı'nı beğendim, tüm Sakarya Havzası'na hakim bir alan, Gordion'un tümülüsü de -neden höyük değil de tümülüs diye düşünüyorum halen- etkileyiciydi. Aynı gece nöbetçi olan Red-Kit ağabeyimi aradı hukuki bir problemiyle ilgili bir şey sormak için, konuşurken bir şakalar, bir kibarlıklar, sanırsınız Red-Kit değil Düldül, neyse sonrasında ağabeyle bu konuşmanın kritiğini yapıp eğlendik.

Bu arada Tugay Komutanı'ndan takdir aldım geçen gün, bize yani 343'lere ve 91'e 1'lere yapılan bir tür veda töreninde. Aranızda hiyerarşik olarak bu denli fark olan birini görünce bir an tanrıyı gördüğünüzü sanıyorsunuz. Diğer batarya ve birliklerden de takdir alanlar olarak ismimiz okunuca tribünün önünde tekmil vererek sıraya geçecektik ancak tam biz o kısacık provada yaptığımız gibi yerlerimize geçiyorduk ki olay mahalindeki albaylardan biri sırayı değiştirmeye karar verdi, bu esnada ilk hatamı yaparak sıradaki pek çokları gibi "EMİR AKSOY ANTALYA" diye böğüremedim yerime geçince. Neyse Tugay Komutanı sırayla hepimize doğru yaklaşıyor, belgelerimiz verip tokalaşıyor bu esnada da bir iki kelam edip gönlümüzü hoş tutuyordu. Bana geldi bu sefer yüzüne böğürdüm, o da takdir belgemi uzatırken "hepinizi isim isim tanıyacaktık biraz daha kalsaydınız, seni Temelli'den hatırlıyorum" dedi. Temelli ağaçlandırma ve sulama faaliyetleri yürüttüğümüz bölgelerden birisi oluyor ve ben hiç Temelli'ye gitmemiştim. Bu komik ama iyi niyetli cümleye mi güleyim, adam beni hatırlıyorsa kesin ordayımdır (buna otorite ve hiyerarşi diyoruz) diye mi düşüneyim derken adam takdiri elime tutuşturup yandakine geçiverdi. Böylelikle ikinci hatam olarak "SOĞL" diye bağıramamış oldum keza "haklısınız komutanım" gibilerinden bir şeyler geveliyordum göz ucuyla vay arkadaş diye düşünerek komutanın omzunu keserken. En son takdirlerin verilmesi bitti, sıranın başındaki çavuş dikkat çekti ve ben son komik hatamı yaparak sağ elimde takdir belgesini tutmaya devam ederken kepli bir şekilde selam verdim. Sırada kalabalık olduğumuz için dikkat çekmediğimi düşünürken bir yandan da acaba Batarya Komutanı beni kesiyor muydu bu esnada diye endişelenmeden de edemedim, neyse neticede bu endişelerimi kabusa dönüştürücek bir olay vuku bulmadı o gün ve ilerleyen günlerde. Bir de törenin en güzel anı, tören sonunda albaylardan birinin "tören geçişi için düzen al marş marş" komutu vermesiyle oldu. O çim saha o an adeta bir Normandiya'ya bir Malazgirt'e dönüştü, sırtımızda tüfeklerimiz, bataryaların önünde flamacılarımız, çimleri yardırarak geçen nereden baksan 300-500 er-erbaş, uzman, astsubay ve subay canlandırın gözünüzde. Tam bir "işte o an" fotoğrafı. Son olarak bir tuğgeneralden takdir almak sıra dışı bir deneyim olsa da o takdirin Salih Bey'in hakkı olduğunu düşünmeden de edemedim. Kendisi bataryamızın en yüksek performans gösteren askeriydi malum, biraz tesadüfi oldu benim takdir mevzusu anlayacağınız, o an ilk akla gelen isimdim belki de sadece. Halbuki benim planım Tabur Gecesi'nde gitar çalıp şarkı söyleyerek Tabur Komutanı, Tugay Komutanı hatta 4. Kolordu Komutanı'ndan takdirler alarak 3-hit-combo yapmaktı. Çok efsane bir gitarist veya solist miydim? Tabi ki hayır, ancak adam yokluğunda takdirleri toplayacağıma dair inancım sonusuzdu. Peki ne oldu? Tabur Gecesi bizim terhis tarihimizin ötesine ertelendi ve benim final konseri projem de böylece suya düştü.

Yine geçtiğimiz günlerde sol elimin sürekli üşümesi ve bazı pozisyonlarda morarması beni büyük endişelere, onulmaz dertlere gark etmişti. Gececi olduğum için acaba yeterince güneş görmüyor muydum ve bu güneşsizlik beni günbegün çürütüyor muydu? Ya da vitamin eksikliği mi çekiyordum? Bu tip düşüncelere dalıp dalıp gidiyordum sol elimi izlerken. Sonra bir gün fark ettim ki saatimi çok sıkı takmışım, çözdüğümde derin bir saat izi çıkmıştı kolumda. O gün bugündür saati bir kaç gün sağ bir kaç gün sol koluma takıyorum çok daha gevşekçe ve ellerimin soğukluğu -senelerdir olduğu gibi- bâki kalsa da morarmalarım geçti çok şükür.

Son bir olayla bu blog yazımı da bitireyim. Bu son olay sanırım bugün yazdıklarımın hepsinden eski tarihli bir olay ama nedense not almamışım yeşil kaplı manual Gözümün Seyir Defteri'me. Nöbetim başlamıştı saat 21:00'i biraz geçiyordu, sigara içme avlusundaki arkadaşların yanına bir çıkayım dedim, onlardan biri de "sayın ağabeyciğim buyur" diyerek bir sigara uzattı. Böyle güzel bir ikramı reddedemedim çok affedersiniz aldım yaktım sigarayı tam, o sırada arkamdan sinsi sinsi devriye atmaya gelen uzman yanaşmış. Hani böyle içi nefretle dolu ihtiyarca insanlar vardır ya tam öyle bir amca. "Sen misin nöbetçi?" dedi, "Evet." dedim, "Neden sigara içiyorsun." dedi, ben de "Sabitim komutanım tüm gece nöbet tutuyorum." dedim, "Neden içiyorsun?" dedi, "Nöbet yerinde içmiyorum ve silahlık denildiğinde duyacak mesafedeyim." dedim gerçekten sadece 3 metre mesafe vardı silahlıkla aramda, o da bir kez daha "Neden içiyorsun?" dedi, içimden annesinin üreme organını yüksek sesle dile getirmek gelse de "Sadece içiyorum komutanım." dedim hiddetle yüzüne bakarak. "Gel bakalım benimle." dedi, beni bizim bataryanın nöbetçi uzmanı ya da astsubayına şikayet etmek üzere yanına aldı. İçerideki odada Mustafa Uzman vardı. Devriye "Senin bu nöbetçi sigara içiyor." dedi, Mustafa Uzman da "İçmesin mi .... koyayım herif 12 saat nöbet tutuyor." dedi. Çok zamandır bu kadar mutlu olmamıştım diyebilirim. Gerçi bunun rövanşını aynı uzman sonraki devriyesinde silahlığın dağınık olduğu teziyle üstüme gelerek aldı. Halbuki masada duran her şey tam anlamıyla yasaldı. Romanlarım, çay bardağım ve bulmacaların hepsine Batarya Komutanı bizzat onay vermişti. Neyse bir daha karşılaşır mıyız bilmem, hahah!

Bugün çok şarkı paylaşamadım hatta hiç paylaşmadım ama fırsatınız olursa "Fuat Güner'le Müzik Ömür Boyu" programını izleyin televizyondan ya da Youtube'dan. Pek güzel bir akustik program kesinlikle. Geçtiğimiz 1 Mayıs'ı da anmak babında şöyle tadımlık bir video paylaşayım size bu programdan. Bir de Dream TV'nin bir kıyağına daha denk geldim geçen sabah, tanıdık bir ses duydum önce, tanıdık bir sima gördüm sonra ve bir de baktım ne göreyim Regina Spektor yeni albüm yapmış olmalı ki karşımda yeni klibiyle duruyor. Tabi ki güzel bir şarkıydı, hatta şöyle bir şarkıydı.

Neyse Polatlı'dan cümlenize esenlikler diliyorum, bir daha çarşıya çıkar mıyım, çıkarsam blog yazar mıyım, yoksa o çarşı teskere çarşısı olur da gezer miyim hiç bilmediğim için şimdilik sadece esenlikler diliyorum, askerliği bitirmek üzere olmanın haklı gururunu, buruk mutluluğunu yaşıyorum. Aahahaha. Sevgiler, saygılar.

Not: Dün ya da evelki gün bir anda "Oğullar ve Rencide Ruhlar" kitabını okudum, tek kelimeyle mükemmel kesinlikle okuyun! Mustafa Bey'e teşekkürler!