Cumartesi, Ocak 21, 2012

-22 Derece (Polatlı Günlükleri V)


Not defterimi biraz daha günlüğe çevirmiş durumdayım artık, sadece aklıma gelen şarkıları veya sıra dışı olayları yazmaktansa, günün genel akışını da yazıyorum vaktim oldukça. Güzel bir not defteri aldığımı bir önceki yazının dip notu olarak belirtmiş ve tıpta döngüsel anons dediğimiz olayı yaratmıştım. Bu yüzden not defterine yazdığım her şeyi -en azından şimdilik- buraya yazmayacağım ama değişik olayları yazmaya devam edeceğim.

O gün hastane dönüşü dizimle ilgili durumu bildirmek ve revire çıkmak için komutana tekmil vermeye gidince kendisi bana "çok sıkıldım artık dizinden, bittiyse işin git revirciye ver evrakını" dedi. Ne kadar ters olursa olsun caps lock açmadan ya da shift kullanmadan duyduğum bu cümle beni mutlu etti. Çok komik yanları var askerliğin, her yaptığın işi sürekli birilerine bildirmek durumundasın, insiyatif diye bir kavram zaten yok, ancak bildirdiğin zaman da bildirmediğin zaman da azar yiyorsun, bu kısım süper. Antalyalı daha doğrusu Alanyalı Ali Bey var burada, bataryanın yazıcısı, ona yardım ediyorum elimden geldikçe. Millet 20.00'den sonra yatıyor bazen biz 00.30'a kadar devam ediyoruz yazı işlerine, evrak doldurmalara falan ama böylece vakit geçiyor. Ayrıca artık dizliğimi takmaya başladım. 10 gündür takıyorum, dizimi doğru düzgün kıramıyorum yani yine topallıyorum ama en azından diz kapağım sabit kalıyor -çok yürümezsem- böylece sanırım dizim iyileşiyor yavaş yavaş. Neyse genel gelişmeleri aklıma geldikçe yazarım da defterdeki notlardan devam edeyim yine.

İlk aramamızı atlattık. Dürüst bir şekilde, geldiğimden beri sivil eşya deposunda duran ve hiç kullanmadığım cep telefonumu teslim ettim. Odalar da aranmış, yatak tarumar olmuş. Bre adam haydi yatağı bozdun peki okuduğum kitabın arasında kaldığım sayfayı gösteren kağıdı neden çıkartırsın. Bu şekilde not almışım ayın 13'ünde.

Melis Hanım ve Ebru Hanım'dan kart aldım. O kadar mutlu oldum ki anlatamam. Genç komutanlardan biri "Emir sana bir şeyler geldi sanırım biri de Paris'ten dedi." Bu cümle size şu an bir şey ifade etmese de Polatlı'da bir kışlada, askerlerle içtima düzenindeyken dünyanın en havalı cümlesi olabiliyor bir anda. Herkesin gözlerinde bir "vaaay arkadaş adam neymiş" ifadesi beliriyor komutanlar da dahil. Kartlardan birisi bana umut verirken diğeri de asker olarak girdiğim yeni yılımı tebrik ediyor. O kadar güzel bir duygu ki dışarıdan dostlardan tanıdıklardan kart almak anlatamam. İster istemez Şebnem Hanım'ın o ünlü satırları geliyor aklıma: "iyi dostlar biriktirdim hepsi de ailem oldu"

Bir diğer efsane hikaye var öğrendiğim. Topçu Füze Okulu efsanelerinden. Kısa dönem acemi genç yemekhaneye giriyor. Yemek dağıtılan kısmın başında eşofmanıyla duran amcayı gözüne kestiriyor ve herhalde yemek getiren amcadır bu diye yanına giderek omzuna vuruyor ve "ne var yemekte bugün dayı" diyor. Tabi işin üzücü yanı eşofmanlı adamın okul komutanı olması ve rütbesinin tümgeneral olması. Hal böyleyken adam çocuğa cevaben yemekte annesinin üreme organının olduğunu lisan-ı namünasiple ve ağzından adeta bir ejderha gibi alevler saçarak belirtiyor. Çocuktan bir daha haber alan olmuyor. İşte askeriyenin en komik yanı bu, karşınıza ne zaman cami, ne zaman cami duvarı çıkacağını hiç kestiremiyorsunuz.

Aycan Bey ile vakit buldukça bir şeyler çalıyoruz birbirimize ki bu çok güzel bir stres atma yöntemi, işte o icra seanslarının birinden kenara not aldığım bir kaç kelime daha: "bense müzisyeni oynarım şimdi"

Ayın 15'inde ise efsanevi ağabeylerimizin şu şarkılarını not almışım kenara:

you won't see it
you don't believe it

at the end of the day
you're a needle in the hay
you signed and sealed it
now you gotta deal with it"

Ayrıca aldığım notlara bakılırsa ay çekirdeğinin askerliği genel olarak özetleyebilecek bir şey olduğunu keşfetmişim yine ayın 15'inde.

Ayrıca Puslu Kıtalar Atlası'nı bitirdim, Suskunlar gibi kelimenin tam anlamıyla muhteşem bir eser bu da. İhsan Oktay Anar Bey'in yazarlığı, mizah anlayışı, tarihi tasvir-tasavvur hususunda dünya devi. Sanırsınız ki 18. yüzyıl Osmanlı'sında yaşamış adamcağız. Kitaptan bir alıntı ile devam edeceğim:

"İşte bu da, Rendekâr''ın en büyük hatasını ortaya çıkarıyordu: Düşünüyor olması, Uzun İhsan Efendi'nin değil, onun düşüncelerinden ibaret olan bu dünyanın varlığının delili sayılmalıydı. İşte bu nedenle bilgece, 'Düşündüğüm için ben var değilim, sizler varsınız. Sizler benim zihnimdeki düşüncelerden ibaretsiniz' diyerek ikide bir kafa bulandırıyordu."

Kitabı bitirince ben de not almışım kenara, ancak düşlerinle dünyayı var edebilirsin diye.

Geçtiğimiz hafta atışımızı da yaptık, zaten atış yapmadan çarşıya çıkartmama geleneği vardı bataryamızda. Hayatımda ilk kez atış yapmama rağmen yeni gelen 5'i uzun 12'si kısa dönem gençlerin içinde sanırım en yüksek vuruş yüzdesi bana ait. Bugüne dek yaptığım en heyecanlı şeylerden birisiydi, kalbim 240 vurdu sanırım ve kulaklarım çok güzel bir çınlamayla tanıştı. Atış dışında Don Kişot'u da bitirdim boş vakitlerimde, Denemeler'e başladım. Bakalım o ne zaman bitecek. Batarya komutanı görev dağıtımlarını yaparken mezun olduğumuz bölümleri sordu, ben de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler deyince "sen tehlikeli adamsın şuraya gel bakalım" diye beni ayırdı. Hasılı kelam ben de böylelikle yeni revirci oldum. İyi ve kötü yanları olan bir iş ama en azından ne yaptığım belli. Denemeler'de de beğendiğim şöyle bir cümle geçti:

"Başkalarının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi aklımızla akıllı olabiliriz."

İyi bir çeviri midir diye düşündüm bir süre ama sonra düşünmekten vazgeçtim, ben yapsam daha iyisini yapardım muhakkak. Ahahaha. Ben nötracina kremi yerinde olsam, en azından Türkiye'deki reklamlarımda Norveçli balıkçıları değil, Polatlılı askerleri oynatırdım. Başlıkta yazdığım gibi -22 dereceyi gördük iki gece evvel. Daha bunun nöbeti olacak. Geçenlerde denetlemeye gelen omuzlarında star wars'un bizzat cereyan ettiği komutan sofrasına oturan gençlere sordu burada sevdiğiniz sevmediğiniz üç şey nedir diye. Şayet bana sorsaydı çok net küçükten büyüğe sayardım, soğuk, Polatlı, Ankara diye. Bir de 3 tane şeyi değiştirme hakkınız olsa bunlar ne olurdu deyince, çocuklardan biri cevap olarak "cumartesi ya da pazar haftada bir gün koğuş kalkı saat 10.00'a çekerdim" dedi. Alnından öpesim geldi.

Geçen gün hafif yorgundum içtima esnasında başım döner gibi oldu, keza hareketsiz 20 dakika esas duruşta durunca bu tip şeyler oluyor. O sırada batarya komutanı konuşuyor, en ön sıradayım bir şey de yapamadım, neyse son anda üsteğmenle göz göze gelince "kafamda çevirme var sandalye kullanabilir miyim" gibi bir el kol işareti yaptım ve oturmaya hak kazandım. Neticede Burak Bey'le birlikte bataryada kalmaya iyice alıştık gibi. O silahlık sorumlusu ben ise revirciyim.

Bu yazıyı doğru düzgün toparlayamadım, aldığım notlar karma karışık keza ama ilk çarşının acemiliğine ve aradan geçen sürenin çokluğuna verin bunu. 6. yazıda daha sistemli olmak dileğiyle, Orta Doğu'nun incisi Polatlı'dan sevgilerle. Her şeyden güzeli dün Merve Hanım'cığımdan bir kargo geldi, çok zamandır beklediğim bir kitap gönderdi, ama kitabın yanındakiler öyle değerli şeylerdi ki kitabın anlamı azaldı bile. Askerde mektup, kart, kargo falan almak çok değerli yahu, sivil hayatta da çok sevinmiştim eşimden dostumdan kart alınca da burada biraz daha farklı bir şeyler var. "The truth is out there..." cümlesiyle anlatıldığı gibi dışarıda bir yerlerde yaşamın devam ettiğini kanıtlıyor bu kağıt parçaları bana

Perşembe, Ocak 12, 2012

Welcome to the Machine (Polatlı Günlükleri IV)



"wake up my son welcome to the machine
what did you dream? it is allright we told you what to dream"
Demiş ağabeylerimiz başlığımıza adını veren parçalarında. Bu bağlantıdaki videoda yer alan araçlara dipdibe yaşamam da cabası, hatta bir tanesine iki gün önce bindim araç komutanı eksiğini gidermek için garaja kadar. Buradan da ağabeylerimize böyle bir selam olsun.

Bugün umarım bir süreliğine son hastaneye gelişimi yaşadım. Doktor MR ve röntgen sonuçlarına baktı. Röntgende zaten "bir şeyi yok turp gibi maşallah" yazıyordu, lakin MR'da bir şeyler çıktı. Çok ciddi bir problem yokmuş (bağ kopması ya da menisküs gibi) lakin diz kapağında bir miktar zedelenme olmuş. Bir hap, midemi bu haptan koruyacak başka bir hap ve bir krem verdi, bir de dizlik aldırdı, diz kapağım sabit dursun diye. Bir de 10 gün spordan muaf raporu verdi, şans bu ki cuma günü yani yarın zaten sporumuz bitiyordu. Olsun varsın.

Bizden önceki kısa dönemler (341) bir haftaya terhis olacak, onların belgelerini görünce darısı başımıza dedik, bize çok uzak geliyor şimdilik ama onlar da kendilerinden öncekiler için aynı şeyi düşünmüşler vaktiyle. Kim demişti hatırlayamıyorum şimdi ama "ne yaparlarsa yapsınlar zamanı durduramıyorlar" diye, işte hep bunu hatırlamak lazım. Piyade tüfeğinin sök-tak eğitiminin yapıldığı ders hastanede olduğum için, konuyu tekrar ettiğimiz derste gerekli sürede bu işi yapamayarak daha doğrusu bu işleri (sök ve tak ayrı işler keza) yapamayarak bir kaç şınav çektim dün. Çok havalı bir hayatımız var düşünsenize, artık anılarıma şöyle başlayabiliyorum "geçen benim kaleşnikofu söktüm, mekanizmayı oturtamadım" ya da şöyle "geçen uçaksavarı taşırken belim koptu" veya böyle "geçen ÇNRA'dan bir atladım, bileği sakatlıyordum az daha". Tabi böyle enteresan girişlerin yanı sıra çöp topladığımız, çamurda yuvarlandığımız, soğukta donduğumuz, moralimizin ve bedenimizin -literally- yerlerde süründüğü anlar olmuyor mu, oluyor.

Bataryaca birbirimize alıştık yaklaşık 10 günlük bu süreçte. Eskiler yeniler, kısalar uzunlar, rütbeliler rütbesizler, olaylar olaylar. Şu an tek eksiğimiz atış yapmayışımız. Onu da en kısa sürede yapacağız ki nöbetleri devralalım. Atış yapmadan çarşı da yok. Yine tekrar ediyorum Polatlı'da çarşı olsa ne olmasa ne ama olsun yine de. Dün gece devrem Burak Bey'le -Sivas- birbirimizin saçlarını tıraş etmeye karar verdik, keza bataryamızda berber malzemeleri ve odası var ancak berber yok. Berber kelimesi de baya değişik, hem kişiyi hem mekanı anlatabilecek güçte, kuaför de öyle keza. Sonra ben Burak Bey'e giriştim, hareketler, muhabbetler tam bir berber olsa da icraat biraz sıkıntılı oldu. Yine de fena olmadı, sonra o da beni tıraş etti. Adeta bir Neo Nazi kafası yaşıyorum şu an. Komutan dese ki "Ne o, Nazi mi oldun başımıza?" diyecek bir şey bulamam. "SOĞL" diye kükrerim. Sonra bir de yeni buddy'm Hasan Bey odaya girdi tıraş mı olsam diye, tam makineyi tekrar elime almıştım ki Burak Bey arkadan saldırıp Hasan Bey'i de üç numaraya mahkum etti. Temennimiz çarpılmamak yönünde. Red Kit Bey'i çok andıran komutanımız geçen gün revire, hastaneye gidenler, hem öncesinde hem sonrasında bana tekmil verip durumu bildirecek dedi. Ben de ikinci gidişimden yani geçen yazıdan sonra durumu bildirmek için odasına gittim, yazıcısının "gelme gelmeee" dercesine yaptığı el işaretini son anda görmüştüm keza ve selam ve tekmilimi verip durumumu izah ettim. Komutan da "Ne MR'mış arkadaş, diz de diz, senin dizinle mi uğraşacağız LAAAAAN." dedi, selam verip çıktım. Neyse bugün için izin alırken daha sakin bir anını yakaladım da sorun çıkmadı bu sefer. İşte bazen caps lock'lar ve yazı dili kifayetsiz kalıyor ya o vurguyu vermeye, bu durum da öyle bir durumdu. Aşağıdaki yazımdaki gibi tıpkı.

Az önce hastane çıkışı durakta beklerken yanımdaki beyaz şahine gözüm ilişti. Vay be dedim Antalya işi tam olarak, yere sıfır, yaylar kesilmiş, yanında "ÇEVİRTTİR" arka camında "Angaralı" yazıyor. İçim cız etti Ankara'da böyle bir ekstırim meşin görünce keza tam da Antalya çizgisiydi araç, sonra arka camın sol üstünde K.Atatürk imzasını gördüm ilk ve 07 plakayı gördüm, yemin ederim eve gidip gelmiş kadar oldum. Ahaahahahah. "Ne kaçar arkadaş!" diye içimden geçirmeden edemedim.

Bu yazıda arada az vakit olduğu için çok şarkıya yer veremedim, gerçi girişteki şarkı bir kaç şarkı gücündedir benim nezdimde ama olsun. Ayrıca arada geceleri gitar çalabalimek ve dinleyebilmek öyle güzel geliyor ki tüm yorgunluk stres uçup gidiyor. Dün akşam ilk kez bir komutan bir şarkı çaldırdı, beğendi sanırım. Bir de bitiriş şarkısı verelim o zaman giriş şarkısını verdiğimiz ağabeylerimizden: "Bir uyuzluk çöktü".

Not: Ayrıca sırf enteresan olayları unutmayayım diye yeni bir not defteri daha aldım, not yazıp da not defterine değinmek ise bambaşkaymış iş bu an, ben bunu anladım. 

Pazartesi, Ocak 09, 2012

Red Kit (Polatlı Günlükleri III)


Yine bir Polatlı öğleninden merhabalar diyerek giriyorum yazıma. Yaşadığım sıra dışı olaylardan beslenecek bu yazım da Polatlı serisinin üçüncü yazısı olacak. Evvelden deftere not aldığım bir sevdiğim şarkıyla başlayacağım bu yazıma.

"bulut geçti gözyaşları kaldı çimende
gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
seher yeli eser yırtar eteğini gülün
güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
kimse bilmez"
Bu güzide Mehmet Güreli eserinin özellikle son iki satırını not almışım ilkin, sonra devamını da yazmışım öbür sayfaya, etkileyici ve farklı bir şarkı olarak hep aklımda kalacak, bizim yorumumuz içinse buradan buyurun, videodaki tüm dostlara Polatlı'dan İç Anadolu'nun Paris'inden sevgiler. Ahahaha.

"raylar boyunca akıp gidiyor nehir
akıp gidiyor raylar akşam boyunca
camdan akıyoruz ülkeyle ben bir de çocukluğumuz
demir köprüden hızla geçip gidiyor tren
uçsuz kırların ucu akşama karışıyor
başaklar savruluyor kırlar boyunca"
Bu müthiş Tanju Duru eserini de (Allah rahmet eylesin) ne zaman otobüse binip kışlaya geri dönsem hatırlıyorum ve acemiliğimizin geçtiği ve şu an çok özlediğimiz Topçu ve Füze Okulu'nun tam ortasından geçen trene ithaf ediyorum. Sanmayın ki burada savrulan başaklar falan var, külliyen çöl buralar.

Zorunlu olarak aynı zorluklarla yüzleşen, eşitlenen ve sürekli olarak bir arada yaşayan (yaşamaya mahkum olan) insanlar içlerinden tek tük çürükler çıksa da ütopik bir derecede birbirlerine bağlanıyorlar ve birbirlerini sahipleniyorlar. Gönül isterdi ki böyle bir ortamda farklı bir eğitim farklı bir disiplinle bir arada bulunsaydık. Bu tespitin yanı sıra askerlik bugüne dek gördüğüm en müthiş araştırma sahalarından biri. Düşünün ki ülkenin her yerinden her kesiminden insanın homojene baya yakın olarak bir araya geldiğini ve ülkenin tüm gerçeğini bire bir yansıttığını. Üstelik bu insanlar yanlarında, eğitimini, kimliğini, ailesini, inanç ve sevdiklerini de bir parça taşıyorlar. Burada yapılacak saha araştırmasının en büyük eksisi ise toplumun aşağı yukarı yarısını oluşturan kadınlardan muaf bir kurum olması. İyi ki de muaflar.

"Altın olan her şey parlamaz,
Her gezgin yitirmemiştir yolunu;
Gücü olan yaşlı kolay kolay solmaz,
Derindeki kök atlatır donu."
En sevdiğim eserin en anlamlı bir parçasını buraya tekrar not alarak -ki zaten ilk iki satırını her yere not almıştım evvelden- bir kez daha bana güç vermesini diliyorum. Şafak yaklaşınca ikinci dörtlüğünü de yazarım belki. Orijinali de en az çevirisi kadar güzel olmakla beraber şöyledir:
"All that is gold does not glitter,
Not all thoes who wander are lost;
The old that is strong does not whiter,
Deep roots are not reached by the frost."

"bir fırtına tuttu bizi deryaya kardı
o bizim kavuşmalarımız ah yarim mahşere kaldı
yeni cezve kaynıyor ocakta
kasatura belimizde ah yarim martinimiz kucakta"
Pek çok insandan dinlemişimdir bu Selanik türküsünü ama nedense en çok bu yorumunu beğenirim.

Normalde böyle aklınıza sevdiğiniz bir şarkı gelir de mırıldanırsınız ya, benim aklıma Topçu Marşı, Zülüf ve Bir Fırtına Tuttu Bizi dışında pek şarkı gelmiyor artık bu tip zamanlarda, beynimi daha çok kullanıp her gün yeni şarkılar bulmak için efor harcayacağım. Misal ilk zorlamamın sonucunda bu şarkı geldi aklıma. "my eyes seek reality, my fingers seek my veins" diye başlayan.

"hey you don't tell me there is no hope at all
together we stand, diveded we fall"
Satırları da pek alımdan çıkmıyor Hey You'nun. Geçen internet kafe ziyaretimde şarkının sonunu dinleyememiştim otobüsü kaçırmayayım diye, belki de bundandır. Bir diğer senelerdir veya aylardır aklımdan hiç çıkmayan şarkı ise Hicazkâr makamının en güzide eserlerinden olan "Usandırdı felek candan, dem-â-dem infialinden" adlı eserdir, zor bulunur ama bilenler ne mükemmel bir eser olduğunu muhakkak ki benden önce fark etmişlerdir.

Aycan Bey adlı arkadaşımızın ailesi kendisini ziyarete geldikleri sırada, Aycan Bey'in gitarını da getirmişler. Genellikle sivil eşya deposunda kilitli duracak olsa da ilk gece, hafta sonu olmasının da rahatlığıyla 2-3 saat hem Aycan Bey, hem ben çaldık söyledik. Gitar çalıp şarkı söylemeyi de, bunu yapan bir başkasını dinlemeyi de çok özlemişim, tabi ki müziği de. Yaklaşık 4 haftadır gitara el sürmediğimi düşünürseniz bana hak vermeniz pek mutemel. Oradaki herkes eminim insan olduğunu bir kez daha hatırladı ve müziğin gücü beni her seferinde olduğu gibi bir kez daha çok şaşırttı, herkes yataklarına mutlu bir şekilde dağıldı.

Bir diğer enteresan olayın baş rolünde ise aramıza yeni katılan uzun dönem arkadaşımız Mesut Bey var. Kendisi imammış, geldiğinin sabahında botları yer değiştirmiş, sabah içtimasında komutan bir problemi olan var mı diye sorunca, komutana durumu izah etti bu arkadaş. Sonra o an oradaki diğer 42 numaları botların kontrolünün ardından yer değiştiren bot ortaya çıkmayınca, arkadaş "komutanım ben hocayım, botlarım yerine gelmezse iki gün sonra alan kişinin idrar yollarını bağlarım, illa ki gelir" dedi. Fireball atıp +45 vururum dese daha az şaşıracağımı zannediyorum. Komutan ve diğer arkadaşların %75'i çekinip bu aleni tehdide cevap vermediler. Lakin böyle bir yetenek varsa aramızda bir para falan toplayıp  askerliğin kısaltılmasıyla ilgili bir yasa tasarısı duası okutsak mı arkadaş diye düşünmeden edemedim. Aynı günün devamında yaptığım evrak defteri numaralandırma işlemi de pek değişik bir iş, hesaplarıma göre toplam 3314 rakam yazmak bir buçuk saatimi aldı. Pazar günümüz ise sabah ve öğlen yemeklerini takiben yapılan çifte mıntıka temizliği ve geleneksel pazar gecesi su basma etkinlikleriyle son buldu. Kütüphaneden bulduğum, Don Kişot'u okuyorum ve pek keyif alıyorum. Bu cesur şövalyenin kibarlığı yazıma farkında olmadan yansımış olabilir.

Bugün yaptıklarıma gelince MR çekildim, çok değişik bir duyguymuş, bakalım perşembe sonuçlarını alıp doktora göstereceğim bir aksilik olmazsa. Ayrıca geçtiğimiz hafta ilk iki çarpılmamı da yaşamış bulundum. İlki palaskasız ve parkanın önü açık bir şekilde girilen üsteğmen odasında vuku buldu. Yat içtimasından sonraki kıyafet serbestisi aklımı karıştırmış olmalı ki böyle bir şapşallıkta bulundum. Diğeri ise bataryamızın efsanevi başçavuşu tarafından geçen gün revire çıkarken oldu. Kadro askerlere kızmış bulunan komutan, senin neyin var diye bağırdı (hastaneye gidenlerin içinde olduğum için) ben de dizimi bükemiyorum komutanım sızlıyor deyince, "bükme lan o zamAAAANNN, DİK DUR LAAAAAAN" diye bağırdı. Vay arkadaş dedim, biraz daha bağırsa düşüp bayılacaktım sanırım, o an insan gülemese de baya güldüm sonra. Polatlı Günlükleri serisinin -şimdilik- bu en uzun yazısını da böylece sonlandırıyorum. Sizlere de esenlikler mutluluklar diliyorum. No pain no gain diyen insanının sülalesine küfrediyor, bunu mesleğine more pain no gain olarak katan komutanlarımıza da içten içe şaşırıyorum. Ayrıca "siz okumuş adamlarsınız"la başlayan herhangi bir cümleyi ölene kadar duymak istemiyorum. Politikacı dostlarım bilir çok net lose/lose durumu ya haydi hayırlısı. Esenlikler!

Perşembe, Ocak 05, 2012

Alıntılar (Polatlı Günlükleri II)


Aklıma gelen şarkı sözlerini ya da şiirleri not ediyorum bazen, eğer o an içinde bulunduğum durumu güzel analtıyorlarsa, vaktim oldukça -internet kafeye gidilebilecek olan bir vakitten bahsediyorum- bunları buraya da not edeceğim. Kendi yazdıklarımı ettiğim gibi.


"geçtiğimiz yolları arıyor gözüm yine,
sanırım şehir uzakta kalıyor" (4.1.12)
Bu şarkının her cümlesi farklı zamanlarda daha da anlamlı geliyor insana, iyi şarkı böyle bir şey demek ki.


"zülüf dökülmüş yüze
kaşlar yakışmış göze
usandım bu canımdan
derdimle geze geze
gün doğdu aştı böyle
gönlümüz coştu böyle
sen orada ben burda
ömrümüz geçti böyle
bu ellerde gez gayrı
katip ol da yaz gayrı
bir kazma al bir kürek
mezarımı kaz gayrı" (25.12.11)
Neşet Ertaş denince başka pek bir şey demeye gerek yok sanırım.


"sana yazdıklarım,
seni düşünmemin hâlâ bir adım gerisinde.
üstümde açılan bir paraşüt gibi ama,
daha yavaş düşmemi sağlıyor yere" (18.12.11)
En sevdiğim şair Levent Bey'den bir kuple, kendim besteledim diye demiyorum ama bestesi de hiç fena değil hani.


Ufak bir diz probleminden ötürü hastaneye geldim, servis beklerken artan vakitte bunları buraya not düştüm, yoksa efendim ne rahat askerlikmiş, her gün internetteymiş, yok öyle bir dünya. Gün Kut Hoca'mızın da sık sık belirttiği üzre "there is no heaven on earth" diye de bunu İngilizce'ye çevirebiliriz.