Çarşamba, Haziran 15, 2016

Kozyatağı'ndan Şişli'ye Bir Alternatif Düzen Hikâyesi: 251


Sabahları işe giderken ve bazı akşamlar işten dönerken bindiğim bir otobüs var. Geçen kendisine dair bazı tweet’ler atmıştım hatta şuraya bırakayım onları da.


Neyse biraz bu otobüse dair, otobüsün halkına, ritüellerine, kendi içinde oluşturduğu kültürüne dair bir şeyler yazmak ve bunu yaparken de "Kozyatağı'ndan Şişli'ye nasıl gidilir?" sorusunu çaktırmadan cevaplamak istedim. Az değil sabah akşam bindiğim takdirde bir günümün sekizde biri ile altıda biri arasını bu otobüste geçiriyorum. Hatta bu yazının taslağını da bu otobüste yazdım, temize çekmesini sonraya bıraktım, bu yazı boynumun borcu kısacası bu otobüse dair.

Hayır şimdi sosyologları antropologları falan göreve çağırsam; onlar gelecek de, akbil doldurtacak da, otobüse binecek de, inecek de, bir daha binecek de, bir daha inecek de, uyuyan insanlara bakıp benim kadar gözlem ve çıkarım yapacak da ohooooo... Ölme eşeğim ölme.

Aracımız 251 numaralı İETT otobüsü. İETT’nin sitesinden baktığınız zaman kendisini tanımlayan şu etiketleri görürsünüz: 1. Boğazgeç ve 2 Tam Biletli. Bunun yanı sıra ben de bu otobüsün çift katlı bir araç olduğuna değineyim ilkin. Tweet’lerde de bahsetmiştim Sting nasıl vaktiyle Englishman in New York demişse ben de bu otobüsüne bindiğimde Çerkezman on Bosfor gibi hissediyorum adeta.



Bu otobüse binme sebebimi söyleyeyim önce, kendisi bizim evin yakınındaki Kozyatağı Metro Durağı’ndan (E5 üzerinde Carrefour’un önündeki ve karşısındaki durak.) direkt olarak Şişli’ye giden 2 hattan biri. Pendik’ten kalkıyor, Şişli’deki mezarlıkta rotasını sonlandırıyor. Bunun bir de kardeşi var 252 o da Kartal’den kalkıyor Şişli Camisi’nin oraya kadar devam ediyor. Bu da demek oluyor ki inanabiliyor musunuz bilmiyorum ama çok sevgili İETT evimden işime tek vasıta ile oturarak gidebilme fırsatı sunuyor bana! Hem de bir İngiliz asaletinde çift kat konforuyla, adeta sightseeing tabir edilen halkı selamlar, aval aval etrafa bakarım tarzı otobüslerde olduğu gibi.

Bunun alternatifi ne peki? Metro + metrobüs veya otobüs + metrobüs veya minibüs + metrobüs yani bir yerinde metrobüs adlı vakitten kazandırırken ömürden yiyen o aracı içeriyor tüm diğer seçenekler. Ben de İstanbul’da yaşadığım tüm ömrümü neredeyse her gün karşıya gidip gelerek geçirmiş bir insan olarak gün geçtikçe zorlaşan (tıpkı vahşi kaptalizm gibi) bu metrobüs sisteminde savaşmak, direnmek, alışmak ve değişmek istemiyorum. Tıpkı trafiğin git gide artması gibi metrobüse binen insan sayısı da her 2-3 ayda bir gözle fark edilebilecek seviyede artıyor. Bu savaş makinesi kendini kullanan eğitimli, çalışan, cahil, işsiz, yaşlı, genç, kadın, erkek insanlar üzerinden kendi savaş dilini ve ritüellerini yaratıyor. O da medeni dünyanın aksine güçlü olanın diğerlerini yok ederek kazandığı bir dil. Yani genç bir kızın bir amcanın üstünden aşması ya da bir teyzenin oğlu yaşındaki bir çocuğu dirsekleyip yerini kapması normal, insanların birbiriyle her gün kavga etmesi normal, nefes alamamak, tutunmadan dengede durmak normal, taciz normal, biz insan taşıyoruz felsefesi anormal. Neyse metrobüse karşı çok doluyum fark etmişsinizdir ama bu yazımızın konusu metrobüs değil pek sevgili 251 numaralı hat ve onun sırtlanıcısı iki katlı otobüsler ve bu otobüslerin içinde kendiliğinden oluşan kültür.


Öncelikle sabah 8’e 5 kala gibi ve 8’i 10 geçe gibi geçiyor benim genelde bindiğim araçlar. Tabii trafik rotasındaysanız bu saatlerin asla garantisi yok, erken de gelebilir, geç de kalabilir. İlki biraz daha dolu oluyor, ama yine de benim bindiğim durakta yer oluyor yüksek ihtimal, ikincisi daha da tenha. Tabii hava yağmurlu falansa ikisinde de yer olmayabiliyor ama çok şükür daha hiç öyle bir durumda binmiş bulunmadım bu araca. Yağmurda çamurda bu otobüse olan ilginin neden arttığını merak edenleri Uzunçayır’daki ve bilimum başka noktalardaki saçma sapan metrobüs aktarma geçişlerine havale ediyorum. 3 üst geçit 2 tünel 780 metre yürüme, yarısı çamur falan filan… Neyse yine metrobüs öfkem bu yazıyı yazmama mâni olacak, derin nefesler alıp verip rahatlıyor ve devam ediyorum.

Her iki saatteki otobüsün de tabii ki sabit bir karşıya varış süresi yok, 5 kalaya binip 10 buçukta işte olduğum da oldu 10 geçeye binip 9’a çeyrek kala işe vardığım da. Allah’ın hikmeti. Ortalamamız sabahları 1 saat ile 1 saat 15dakika arasında değişiyor. Which is really really fair neden mi? Çünkü aktarmalı bir şekilde gittiğimde de bundan maksimum 5-10 dakika daha kısa sürede hedefe varıp ayakta ve şiddet görerek yolculuk yapmanın sersemlemişliğini yaşıyorum. Evet ne diyorduk? Hah, hat numarasını söyledik, güzergâhtan bahsettik, otobüsün özelliklerini ve bizim oradan geçiş saatini söyledik, gelelim otobüsün içindeki yaşama ve bu yaşamın oluşturduğu kültüre...

Otobüse binmenizle beraber hafif bir basıklık hissi yaşıyorsunuz önce, çift katlı ya haliyle her iki katın da tavanları alçak, ben az saçlı başımı hafiften tavana sürtüp bir irkiliyorum genelde. Adeta çadırının girişini içeri gelenler saygıyla eğilmek zorunda kalsın diye alçak yaptıran bir hakanın çadırına girercesine boynu bükük dalıyorum içeri. Bazen öne değil yana büküyorum boynu tıpkı Emrah’ın küçüklüğü, yeni nesil hatırlamaz. Basıyorum akbilimi, şoföre çakıyorum günaydınımı. Akbil 5 liraya yakın bir şey çekiyor (nerede o eski öğrencilik günleri) aylık akbil de geçiyor bu arada çift kontör düşüyor sanırım her gün kullanıyorsanız o daha mantıklı, bu çektiği ücret zaten benim durumumda bindiğim diğer iki araçtan farklı olmuyor pek. Sonra akbili basıp şoföre selam verip ilk virajı sola doğru dönmemle beraber otobüsün en arkasındaki koltuğun ortasında genelde oturan ablanın sert bakışlarıyla karşılaşıyorum, güzel bir kadın ama gözler kanlı, belli ki durakta durup kapıyı açınca ya da ben akbili basınca falan oluşan gürültüden uyanmış, uykusu da hafif yazık, her sabah yine mi sen ile niye beni uyandırdın ifadeleri arasında bakan bu gözlere denk gelip hızla gözümü kaçırıp üst kata çıkan merdivene yöneliyorum. Geçen de ortada bir adam vardı misal ama tamamen bu ablayla aynı pozisyonda kollar göğüste bağlı, gözler kanlı ve ne var ulanlı. Bu pasif agresif tavır ile pasif nazik tavır arasında bir kültürü var zaten otobüsün, anlattıkça içine gireceksiniz siz de. O abla da mesela kesin süper bir insan ama kim bilir nereden binmiş kaç dakikadır orada bir de zırt pırt uyanıyorsa haliyle kanlı kanlı bakacak ne yapsın...

Neyse merdiven bu aracın en tehlikeli yeri! Ben ki metrobüsün denge oyunlarında, Boğaz hattı İkaruslarının roller coster emeklisi şoförlerinde bu işin okulunu okumuş bir insanım, yine de korkuyorum bu merdivenlerden, düşersen ölmen garanti, en ufak hatada da düşmen... Neyse üst kata tırmanıyorum, üst kat ayrı bir ortam, burayı şu andan itibaren rahatlar kamarası olarak adlandıracağım, buradaki insanlarda alttakilere oranla çok daha fazla bir zamandır burada ikamet ediyorum hâli var. Merdivenden çıkınca sola otobüsün önüne doğru bakıyorum, en önde boşluk varsa hem manzarası güzel, hem bacak mesafesi ve eşya koyacak yeri bol, tek eksiği havasızlığı. Aslında yazdan evvel otobüsün en büyük derdi bence bu havasızlıktı, önceden sanıyordum ki insanlar ta Pendik’ten binmişler tabii ki bizim oraya kadar E5’ten gelene dek uyur kalırlar, ondan üst kattaki herkes uyuyor demek ki diyordum, meğer yarısı karbondioksit zehirlenmesinden bayılıyormuş, sonradan ben de yaşadıkça öğrendim. Alt katta yine duraklarda kapı açılır kapanır ama üst katta mevsim yaz değilse cam mam açılmaz, ya kendi rızanla uyursun ya da yavaş yavaş bir uykuya daldırır seni bu atmosfer. Neyse önde yer yoksa hemen merdivenin boşluğuna bakan ilk sıraya oturuyorum merdivenden çıkınca sağ sağ yapıp. Oranın da hem diz mesafesi geniş hem de önü açık biraz daha ferah, bir de soldaki camlar açılıyorsa ooohhh! En kral benim. Bu yazının büyük kısmını tam olarak bahsettiğim yerde otururken yazdım, yanım da boştu, çantam kitabım cüzdanım gözlüğüm yan koltuktaydı, adeta odamda oturuyor gibi...


Otobüste az yer olması durumunda uyuyan birilerini uyandırmak gerekebiliyor bazen. Misal yolcu binmiş koridora oturmuş, herhal etraf da boşmuş, dalmış gitmiş yanı boş kalmış, başka da yer yok. Veya bir başka yolcu cam kenarına geçmiş ama eşyasını yanına bırakmış, her yer dolunca geriye bir tek onu uyandırmak kalmış. Bu tip durumlarda otobüs halkında hem bir saygı ve sevgiyle uyandırma, hem de bunu anlayışla karşılama durumu hakim, çünkü her an kendi başına da gelebilir bu. Empati külütürü! Minicik, sıçratmadan seslenip ya da dokunarak uyandırdığınız bir kişi bazen yeni uyanmış insan paniğiyle ne yaptığını bilmeden atlaya zıplaya yana taşınıyor ve kaldığı yerden uykusuna dönüyor bazen de hiç gözünü bile açmadan gerekli yeri boşaltıveriyor. O sıçrayarak uyanma anı çok komik ama ben de bazen uyanan bazen uyandıran oluyorum, o anlar başka bir yazının konusu olmalı.

Neyse, koltuğumuza da yerleştik, şimdi tabii koltuğa yerleşme tarzı da farklı bu otobüs cemaatinin. Otobüs adeta bir ev gibi, utanmasak girerken ayakkabıları çıkartacağız, e yol da uzun, otururken ceplerde rahatsız edecek şeyler (telefon, cüzdan, vb.) çıkartılıyor, çantalar hırkalar ceketler katlanıp kucağa istifleniyor, sonrasında ise önünüzde dilediğiniz gibi değerlendirebileceğiniz en az 1 saatiniz var! Kimi alamadığı uykusunu tamamlıyor, kimi edebiyata, kimi müziğe, kimi oyuna, kimi diziye dalıyor. En güzeli ne biliyor musunuz? Bu uyuyana saygı kütürü dahilinde bir kişi bile telefonla konuşmuyor bağıra çağıra, gelen telefonlar meşgule atılıyor ya da kısık sesle çabucak yanıtlanıyor, 251 ailesinden daha değerli değil ya!

Hani annenizin içeride uyuduğunu bilirsiniz de bilgisayarın tuşlarına bile dikkatle basar, parmak ucunda yürür durursunuz ya, herkeste birbirine karşı o ihtimam var, şahane! Metrobüsün barbarlığına kıyasla hele hele, bulunmaz nimet!

Yan koltuk demişken dediğim gibi burası bir otobüsten ziyade ev, yol da uzun olunca haliyle insan iyice yerleşiyor. Geçtiğimiz aylarda yine cüzdanı, telefonu, ceketimi, çantamı yanımdaki boş koltuğa koymuşum, sonra uyumuş uyanmışım, bir baktım Şişli’deyiz, hemen indim otobüsten, elimi arka cebe bir attım ki ne göreyim -ya da ne görmeyeyim- telefon yok, tüm cepleri hızla bir tur aradım, yine yok. Neyse ki o günkü otobüs son durağı Mezarlık olan değil, Şişli Camisi’ne doğru devam edip oradan Cevahir’e doğru dönendi yani 252. Başladım otobüsün ardından koşmaya, baktım, benden daha hızlı alacak virajı, atladım yolun karşısına geçtim ve aracı yakaladım, tabii araç bomboş, şoför beni hatırladı mı bilmem, dedim az önce indim ben ama üst katta telefonumu unutmuşum, tamam tamam dedi adam yoluna devam etti, ben de çıktım yukarı telefon duruyor bıraktığım yerde, koltukla aynı renk, ondan seçememişim zaar. Tekrar geri indim o sırada Cevahir’e gelmişiz, görüşürüz deyip atladım araçtan, bu da böyle bir anımdır.


Bu yazıyı toplamda kaç otobüs yolculuğu ve kaç evde masa başına oturma sonucu yazdım bilmiyorum. Sanırım bu otobüste geçirdiğim süre zarfında bilgisayarı açıp da yazı yazmaya girişen bir tek kendimi gördüm, alt katı bilmem şimdi ama orada daha zor bu tip işler, karşılıklı koltuklar falan da var. Zaman zaman blog yazıları yazmak için iyi bir mekan sanıyorum bu otobüs. Zorda kaldığımda Abur Cubur Center kurgularını bile yaparım belki, kim bilir.

Toparlamak gerekirse (asla gerekmez aslen ama adettendir böyle yazmak) bu yazıyı girişte de dediğim gibi 251 (ve bazen 252) nezdinde İstanbul’un tüm güzel çift katlı otobüslerine karşı hissettiğim bir boyun borcu olarak yazdım. Bir diğer amacım da "Kozyatağı'ndan Şişli'ye nasıl gidilir?" sorusunun yanıtını tüm yazının içine yedirmekti. Toplu taşımanın git gide vahşileştiği bir ortamda bize huzur verdiği ve ev konforu sunduğu, şehir insanının git gide hırçınlaştığı bir ortamda bizlere birbirine saygı duyarak yaşamayı tekrar hatırlattığı için!

Bu arada bazen yazarken düşünüyorum, beni tanımayanlar da cümlelerimdeki yüzde 25 civarında bulunan trollük oranını fark ediyorlar mı diye. Her neyse iyi ki varsınız çift katlı otobüsler ve iyi ki bu şehrin gizli kahramanlarından, özlenilen nüanslarındansınız!

Biliyorum ki bu çift katlı otobüsleri hayatının bir döneminde deneyimlemiş, bana benzer şeyler hisseden ya da onlara karşı bambaşka fikirler, deneyimler edinenler olmuştur. Sizler de bu görüşlerinizi benimle paylaşırsanız mutlu olurum. Eğer hâlâ bir çift katlı deneyiminiz yoksa, çok geç olmadan binin derim, bir bakmışsınız onların da kaderi 500’ler ve 500A’lar gibi solup gitmek olmuş Allah muhafaza.

Hiç yorum yok: