Pazar, Mart 04, 2012

Sevgililer Günü (Polatlı Günlükleri VIII) & Evci İzni (Polatlı Günlükleri IX)


Geçtiğimiz yazıda kaldığım yerden Polatlı Günlükleri serimize devam ediyoruz. Son doktora gittiğimde bazı diz egzersizleri vermişti bana krem ve hapın yanı sıra. Bu 3 hareketin bir tanesini seçip bir kaç gün yaptım sonra eeeaah deyip vazgeçtim. Keza vakit alan hareketler bunlar. Neyse bu aralar biraz dinlenmeye fırsatım oluyor da dizim de böylece iyiye gidiyor, bir de havalar ısınsa sanırım her şey tatlıya bağlanacak ama çok soğuk arkadaş çok! Geçtiğimiz hafta sonu muydu ne zamandı tam hatırlamıyorum, öğleden sonra ziyaretçin var nizamiyeye git dediler. Ben de kafamda kura kura gittim nizamiyeye, kim geldi acaba niye geldi gibi sorularla. Yolda hatta Red Kit'e denk geldim dizimi sordu cevabı dinledi mi emin olamadım, olsun. Gittim nizamiyeye içeri girdim selamımı verdim bir de baktım ağabey ve Kaan Bey oturuyorlar nöbetçi uzmanla sohbet ediyorlar. Daha çok şaşırdım mı sevindim mi tam kestiremiyorum ama çok mutlu oldum hasılı kelam. Uzman ağabeyi bir dava süreciyle ilgili bir yarım saat darladıktan sonra oradan ayrılıp yandaki görüşme salonuna geçtik. Bana Whooper getirmişler. Burger King görmeyeli yaklaşık 70 gün olan biri için bu çok heyecanlı bir deneyimdi. Ağabeyin bir davası çıkmış Ankara'da o da kalkıp gelmiş, bir de üstüne araba kiralayıp beni ziyaret etmiş, çok vakti yoktu uçağına, bir buçuk saat kadar oturduk, havadan sudan, askerden Leo'dan konuştuk, cep telefonuyla annecikle de konuştum hatta, büyük lüks. Asker koktuğumu söyledi ağabey, hahah bu sanırım pek iyi bir şey değil. Siz de aynı kıyafeti 70 gün giyseniz ve her türlü faaliyete o kıyafetle bulaşsanız belki siz de asker kokarsınız. Neticede o kadar iyi geldi ki böyle bir ziyaret, tüm yorgunluk, tüm stres sıfırlandı o an, deseler tüm tugayın karları kürenecek, "ok" deyip yapardım yorulmaksızın. Ağabeylerden ayrılınca tekrar uzmanın yanına girdim üstümü aradı, sonra mesleğimi falan sordu, bir şekilde konu müziğe gelince oturttu bana 3-5 şarkı söyletti sigara ikram etti hatta sosyal tesisleri arayıp transfer teklifinde bile bulundu, yaklaşık bir 45 dakika daha orada kalıp sonra salıverildim. Bu da böyle bir anımdır.

Müthiş bir Neşet Ertaş eserini kendisine pek kanım ısınmasa da müthiş yorumlayan bir sesten dinleyelim madem:
"cahildim dünyanın rengine kandım
hayale aldandım boşuna yandım"

Flash TV kadar çok denk geldiğim bir diğer husus da at yarışları arkadaş, tüm komutanlar mı (%50'si diyeyim abartmayalım) at yarışı tutkunu olur. Sürekli at yarışı mı izlenir öğlen araları? Bir de o çılgın tutarsız müzikler yok mu yarış aralarında çalan. Smooth jazz'dan tutun da senfonilere dek engin bir deniz resmen!

Bir başka aklıma/süzgecime takılan şarkı sözünü not alalım hemen buraya aynı zamanda aklımıza eski dostumuz Ezgi Hanım'ı da getiriyor bu söz ve çok kral ağabeylerimizden geliyor sıradaki şarkı:
"life is hell for a dreamer"

Ne zaman hatırlamıyorum yaklaşık bir ay kadar önce Burak Bey bir kaç bitki çayı vermişti, cebimde duruyordu, içinde papatya çayı vardı iki tane. Bir tanesini verdiği günden sonraki gün içtim, bir tanesini de geçtiğimiz hafta. O papatya kokusu ve koku hafızam inanılmaz bir şekilde beni yaklaşık 12-13 sene önceye götürdü ve flashback'ler içinde buldum kendimi. Amcamların bahçesinin yanındaki arsadan papatya topluyoruz. Those were the days my friends. Neyse bir yerlerde okumuştum yine yıllar evvel insanın en güçlü hafızası koku hafızasıymış. Göz ve kulaktan çok daha eski şeyleri anında hatırlayabilirmiş ki bu durumun örneklerinizi siz de flashback'lerle yaşıyorsunuzdur eminim zaman zaman, bir parfüm, bir bitki çayı, bir şehir kokusuyla.

Bir diğer not aldığım değerli söz ise şu başyapıttan geliyor:
"İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar,
düşsün suya yer yer erisin eski zamanlar"

İnsanın istediği zaman istediği müziği dinleyebilmesi öyle büyük bir lüksmüş ki anlatamam. En çok özlediğim alışkanlıklarımdan birisi bu. Aklıma bir şey geliyor ama ona asla ulaşamıyorum. Çok enteresan. Bir de geçen gün tam yatmak üzereyken Ahmet Uzman'ın telefonunda şu şarkıyı duydum ve geçmişe gittim geldim.

Geçtiğimiz hafta sonuydu sanırım, ilk kez bir cumartesi ve pazar kar küremeden oturduk, hava güneşliydi, kar yağmamıştı ve hafta sonunu gerçekten dinlenerek geçirdik. Normalde tam tersi oluyor, hafta sonları hafta içinden daha çok çalıştırabiliyorlar, tek güzel yanı ise bir saat geç uyanmak oluyor, böylece güneş bizden önce doğuyor. Darısı yarının başına.

Geçtiğimiz günlerde 7-9 nöbetine gittik Selçuk Bey'le. Giderken dereceye baktık -13 dereceyi görünceiçim rahatladı, dedim ki bir saat tutar döneriz. Kafamda bir repertuvar oluşturdum başladım söylemeye, repertuvar bitti saate baktım 7:45, iyi dedim vakit geçmiş, genede son 15 dakika geçmez, keza eller ayaklar üşür, sonra saat 8 oldu, 8:10 oldu dedim ki ulan nasıl çaktılar arkadaş ayıp falan homurdandım, sonra 8:15 oldu ulan bunun hesabını çok fena sorarım diye homurdanmaya devam ettim, sonra 8:20 oldum ve anladım ki nöbet hâlâ 2 saat ve repertuvarımı başa aldım. Hahah, that's all. Nöbet dönüşü -11 dereceydi, baya yükselmiş yani sıcaklık anlayacağınız.

Salih Bey'in -ki kendisi hakikaten yakın bulduğum çok nadir insanlardandır- bir gece uykusuna mâl oldum bana karteks bas diye başının etini yiyerek. Adamcağız oturdu bir saat excel'de karteks üretmekle uğraştı. Vicdan azabım büyük, telafi edeceğim.

Cansu Hanım ve İpek Hanım'dan da kartlar geldi. İşte bunlar da insanın stresini ve yorgunluğunu sıfırlayan şeyler. Ben de elimden geldiğince cevaplar yazıyorum bana yazan dostlarıma geç de olsa gönderiyorum.

Sevgililer gününün ilk -benim için ayın son- devriyesinde Selçuk Bey ve Mustafa Bey çiftini nöbete götürdüm, İlker Bey ve Gökhan Bey çiftlerini de nöbetten alıp koğuşlarına getirdim, işte böyle de romantiğiz sevgililer gününde, uzun gece yürüyüşleri falan. Böyle biter mi sevgililer günü tabi ki hayır. Sabah ilk iş bataryamıza yeni katılan 6 arkadaşı revire çıkarttım, sonra daha yeni gelen 2 kişiyi mülakata götürdüm ve fotoğrafhaneye uğrattım, en soın revir defterini onaylatıyordum ki kendimi Red Kit'in omzunu kremle ovarken buldum. Ancak bu denli romantik bir sevgililer günü geçirebilir bir erkek diye düşnmeden edemedim! Bir de fotoğrafhanede dostum Hasan Bey'in komutanı Sefa Uzman ben senin hayranınım diye boynuma sarıldı. Meğersem geçen akşam gitar çalarken Ahmet Uzman yaptığı kayıtları Sefa Uzman ve Özgür Uzman'a dinletmiş. Bu komik durum karşısında hem mahcup hem mutlu oldum!

Ayın 15'inden bu yana sabit gece silahlık/koğuş nöbetine geçtim. Bu da şöyle bir şey ki akşam 19.00'dan sabah 7.00'ya kadar silahlıkta durup nöbetçileri uyandırıp, hazırlayıp orada nöbet tutuyorsunuz, sabahları da uyuyorsunuz. Bir nevi vampir hayatı ama gündüz bataryadaki mesai stresinde kat be kat tercih edeceğim bir şey. Gerçi bugün çarşıya çıkarak 2 geceyi uykusuz bir günle bağlayacağım ama hallederiz bir şekil. Gecenin bir yarısı insanları kaldırmak ve nöbete yollamak çok fena bir şey sanırım herkes benden nefret edecek ay sonunda.

İstanbul'da olsam underground sahneden kopmasam dedirtecek bir şarkı gelmiş bir de aklıma not almışım:
"tekrar tekrar ıslak yollar altımızdan kayar"

Bir kaç gece önce Uğurcan Bey'i nöbete uyandırıyordum kendisi aynı zamanda gazinoya bakan insan. "Kaç kişi çay istiyor?" dedi önce sonra da "Ben ayarladım." diye ekledi uykusunda. Mehmet G. Bey bana büyük ihtimal çok ağır küfürler etti Kürtçe ki itiraf etmem gerekirse her gece 10 dakika sürüyor kendisini uyandırmak. Uğurcan Bey yine bir başka uyandırışın ardından "Seni severdim ya artık sevmiyorum." dedi. İnsanları uyandırmanın bu tip ekstra enteresan yanları var.

Gece nöbetteyken komik şeyler de olmuyor değil, misal Red Kit beni çağırtıp gitar çaldırttı bir süre, ilk şarkıdan sonra tamam mı devam edeyim mi anlamında durup bir kendisine bakınca, "Ne o lan alkış mı bekliyorsun?" diye gülümsedi. "Yok komutanım." tarzı bir şeyler geveledim ve devam ettim. Aynı gece nöbetçilerden birinin -kim olduğunu hatırlamıyordum gerçekten- nöbete giderken bana bıraktığı bir paket sigarayı da sigaram olup olmadığımı soran en sevdiğim uzmanlardan birine hediye ettim, o da çok makbule geçtiğini söyledi keza o da nöbetçiymiş gece. Gece nöbetinin bir değişik yanı da güneş doğduktan sonra yatıyorsunuz.

* Şimdi buraya kadar olan kısımları 2 hafta önce çarşıya çıktığımda yazıp yayınlayamamıştım, burdan sonraki aradaki 2 haftayı anlatan şeyler olacak ve yine iki yazı birden tadında uzuuuun bir yazı olacak gibi bu.

Öncelikle bu Cuma'dan şu ana kadar olanlardan bahsedeceğim. Annem Polatlı'ya geldi ve beni evci çıkarttı, hem de Merve Hanım'la birlikte. Eğer huzur ve mutluluk depolamak diye bir şey varsa sanırım yaklaşık 3 aylık depoladım, o kadar ama o kadar iyi geldi ki anlatamam. İyi ki geldin annecik ve iyi ki geldin Merve Hanım'cığım! Az önce ilk olarak annemi sonra da Merve Hanım'ı yolcu ettim ve şimdi internet kafeye geldim her zamanki gibi blogumu yazabileyim diye. Yazmak insanı müthiş rahatlatıyor, müzik yapmak, gitar çalmak, şarkı söylemek gibi. Nöbetlerde de bazen bir şeyler yazıyorum ya da bana gelen kartları mektupları cevaplıyorum, o kadar rahatlatıyor ki, blog yazmak da öyle bir şey işte, notlarımı alıp alıp gelip her şeyi bloga aktarıyorum yazmaya değerlerse şayet.

Antalyalı dostumuz Harun Bey geçen gün sivil eşya deposundan eşyalarını alırken elindeki fullspeed parfümünü gördüm turuncu ve laf attım, o da gel sıkayım dedi yok sağol dedim yerime geçtim, sonra geçerken bir anda bana nişan alıp sıktı ve Antalya'ya gitmiş kadar oldum, bu koku hafızası gerçekten inanılmaz bir şey! Aynı şey geçenlerde içtiğim papatya çayında da olmuştu, öyle güzel bir papatya kokusu çıktı ki ortaya kendimi bir anda 10 yaşlarındayken amcamların bahçesinde bisiklete binip ağabeyle oynarken buldum. Koku hafızası kadar güçlü bir flashback unsuru daha tanımıyorum şu hayatta.

İki cuma üst üste Beyaz Show'a denk geldik birinde Sıla Hanım diğerinde Hande Hanım konuktu, televizyon izlemenin eğlenceli bir şey olduğunu hatırladım tekrar bu vesileyle. Geçen gün çarşıya çıktığım zaman ayrıca ufak çaplı bir rekora imza attım iki nöbet gecesini gündüz uyumadan birbirine bağladım ve yatağa girdiğimde son girdiğimden bu yana 40 saat vakit geçmişti, bence hiç fena değil.

Ayrıca şu bere, kep ve ağır kostümlerimizden ötürü gökyüzüne bakmayı unuttuğumu fark ettim sık sık. Halbuki geceleri baya müthiş oluyor. Tüm yıldızlar, takımlar her şey olanca parlaklığıyla ve netliğiyle ortalarda!

Geçen nöbette benim gönderdiğim nöbetçilerle oradaki bir önceki nöbetçiler arasında ufak çaplı bir tartışma olmuş geç kalma ve takma üzerine neyse devriye atan civciv lakaplı Hüseyin Bey dönüşte silahını bırakırken neden öyle dediğini hâlâ anlayamadığım bir şekilde "Dinle devlet işlerini karıştırmayacaksın arkadaş." dedi, baya güldüm kendi kendime, hahahah, Kemalizmin nereden vuracağı hiç belli olmuyor gecenin üçü dördü dinlemiyor vallahi. Bir başka komik olay da gecenin bir yarısı yan bataryadan nöbetçi astsubayın gönderdiği bir askerin Osman Bey'i uyandırmamı söylemesi üzerine oldu. Ne oldu falan derken adamı uyandırıp gönderdik. Biri Osman Bey'i aramış ve "görüşmem lazım yeğeniyim cenazemiz var" falan demiş. Osman Bey bunun üzerine gecenin bir vakti ailesinden herkesi arayıp bir sonuç alamadı. Sonrasında şöyle bir olay ortaya çıktı ki meğersem arayan Osman Bey'in kafası güzel ve onu özleyen bir arkadaşıymış, kendisine ulaşmak için de böyle bir yalan uydurmuş. Hahaha, ne kafalar ama ulaştı mı ulaştı.

Bir de geçen nöbette susamlı çubuk kraker depolamıştım gidip gelip onu atıştırırken yine koku ve tat hafızasının aynı anda çalışmasıyla bir flashback daha yaşadım. Kendimi Konyaaltı'nda Emre Bey ve Orçun Bey'le denizden çıkmış, simitlerimizi yemiş, keyif sigaramızı içerken buldum. Hey gidi vay!

Bir de not almışım şu muazzam şarkıyı grupça söylemeli ve düzenlemeliyiz artık Nil İpek Hanım'a mı düşer söylemek yoksa Günsu Hanım'a mı denk gelir bilemeyeceğim.

Şöyle bir alıntı yapmışım bir de Silmarillion'dan:
"Avuçlardan kayıp gidene dek öyle az şey söylenir ki mutlu ve esen bir hayata dair; işler iyi hoş gittikçe ve azametiyle gözlerden ırak düşmedikçe kendi kendilerinin hatırasıdır nasıl olsa; öyle ya ancak sallantıya düştüklerinde yahut da yıkılıp giderlerken şarkılara dökülüverirler."

Melis Hanım'ın gönderdiği kartta havalı bir ablamız var bize sırtı dönük bir balkon demirine dayanmış, kasvetli bir gökyüzünün altındaki şehre bakarken elindeki sigarayı tutuyor bir yandan da. Ben de aynen öyleyim işte iki kapı arasındaki kalorifer peteğine dayanmış, su borularına bakarak sigaramı içiyorum kasvetli bir şekilde gecenin bir köründe. Ehehehe. Neyse kartpostaldaki karizmatik ablamızın sahip olmadığı bir lüks var elimin altında ki o da çay!

Başladığım bir şarkı yani çalmaya ya da söylemeye başladığım bir şarkı yarım kaldı mı çok sinirleniyorum ama sürekli birilerinin size seslenebileceği hatta sizi çağırabileceği ve gitmek zorunda olduğunuz bir ortamda bu duruma düşme ihtimaliniz çok da az değil. Toz yarım kaldı geçen gün, pek üzüldüm içten içe.

Geçen Ahmet Uzman'la sohbet ettik uzunca İstanbul'a dair. Hem İstanbul'u ne kadar çok sevdiğimi hem de ne denli özlediğimi fark ettim bu sohbet sırasında. Saat gece yarısına geliyordu meğersem o gün Ahmet Uzman'ın doğum günüymüş kendisine çay hediye ettim bir kaç bardak. Heheh. Çam sakızes çoban armağanos.

Bir de askeriyede Eti ürünleri satılıyor ya daha doğrusu Ülker satılmıyor diyeyim. Neyse Snickers yok onun muadili Maximus var. Ne zaman maximus yesem aklıma geçen yaz geliyor. Benim marketten maksimus alışım ve Cansu Hanım, Emre Bey ve Orçun Bey'in benle saatlerce "abiii maximus ne yahu" diye dalga geçmeleri. Her yiyişte iki kat mutlu oluyorum böylece.

Bu arada geçenlerde onbaşılıktan çavuşluğa terfi ettim. Batarya Komutanı da çavuşluğun az bir rütbe olmadığını vurgulamak açısından bana Yahya Çavuş'u araştırıp arkadaşlarıma anlatma görevi verdi. Gündüzleri uyuduğum için herkese anlatamasam da annemin yardımıyla araştırmamı yaptım ve burada sonuçlarını paylaşmak toplumu da bilinçlendirmek isterim bu konuda. Gönül isterdi tabi ayfonumu çıkarayım google'a Yahya Çavuş yazayım ama yok öyle bir dünya, annemi aradım ona internete bakmasını ve 1-2 saate tekrar arayacağımı söyledim. Modern zaman iletişim hikayeleri. Neyse Yahya Çavuş öncelikle Balkan Savaşlarına katılmış, ardından pek çokları gibi Osmanlı'nın yenilgisini içine sindiremeyerek Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla ilan edilen seferberliğe hemen dahil olarak Çanakkale cephesine gitmiş. Seddülbahir cephesinde emrindeki 70 kadar askerle 1000 kişiden fazla olduğu söylenen bir İngiliz kuvvetine karşı koymuş, yaralanmasına rağmen savaşa devam etmiş ve savaşın ilerleyen döneminde şehit olmuş bir çavuşmuş. Emrindeki 70 kişiyle gösterdiği savunma o derece başarılıymış ki İngilizler bir tabur askere karşı savaştıklarını düşünmüşler. Tarihler 25 Nisan 1915'miş. Çanakkale Şehitliği'nde 1962'de Yahya Çavuş ve takımı adına bir anıt yapılmış ve 19923'de de bu anıt yenilenmiş.

Geçen nöbetçiler gece nöbetinden dönerlerken yeni bir arkadaş edinmişler yolda. Yavru bir köpekcik peşlerine takılmış, silahlığa kadar geldi kendileri. Ben de uyusun diye azıcık sevdim kendisini, sonra bir sonraki nöbetçilerle bu sefer ikinci bir yavrucuk daha geldi, ikisi de çok ufak ve korkaklardı. Karanlık ve soğuktan korkup sürekli vikliyorlardı, onları önce birbirleriyle arkadaş ettim sonra da kaloriferin altına doğru yerleştirip uyumalarını sağladım. Sabah tabi biyolojik saatleri sayesinde ezanla uyanıp o kadar çok viklediler ki dışarı çıkartmak zorunda kaldım kendilerini, sonra birilerine takılıp gittiler herhalde.

Şöyle not almışım deftere, genel olarak hayatımla ilgili bir not: Çok sıradan bir hayat yaşıyorum ve bazen merak ediyorum gerçekten bu denli sıradan birisi miyim diye.

"Çünkü bu keder geçmişte kaldı," dedi Galadriel, "ve ben anılarla gönlümü karartmadan buradan bahşedilmiş olan zevki tatmak istiyorum. Ve bilinmez, umut hâlâ parlak görünse bile, daha görecek kederimiz vardır belki de." Bu açıklamasını not almışım Galadriel'in Silmarillion'dan daha dünya değişmeden evvel yapılmış bir açıklama.

Askere gelmeden evvel, daha küçükken onbaşının bir üstünün yüzbaşı olduğunu sanardım. Onluk sayma sistemi üzerine kurulu bir matematik eğitimi almış biri için gayet normal bir düşünme tarzı da olsa gerçekler böyle değil arkadaşlar. Hiç bir şey olmasa onbaşı ve yüzbaşı arasında 2 koskoca sınıf var uzmanlar ve astsubaylardan oluşan. Ancak onluk mantık yüzbaşı ve binbaşı arasındaki oranda sağlamlığını koruyor. Yani binbaşı gerçekten de yüzbaşının bir üstü. Bu tutarsızlığı yaratanlar utansın. Eheheh.

"Auta i lóme!" ve "Aurë entuluva!" kadar destansı az replik vardır herhalde.

Geçen çok saçma bir rüya gördüm, tam şubatın sonu gelmiş, nöbet bitmiş herkes mutlu artık deliksiz bir uyku uyuruz bu ay diye. Akşam içtimasında bir anda bir nöbet listesi çıkıyor ortaya, meğersem mart boyunca da bir başka nöbet varmış ve nöbetsiz bir ayımız olmayacakmış hiç, o kadar üzülüyoruz ki rüyamda anlatamam, uyanınca hâlâ üzgündüm.

Hasta olmak çok kötü bir şey genel olarak askerde hasta olmak daha da kötü, çünkü nazınızı çekecek, size bakacak kimseler yok. Yani tabi ki dostlarınız ve komutanlarınız var ama kast ettiğim anneniniz gibi nazınızı çekecek birileri. İnsanın tüm adaptasyonunu ve Pollyanna'cılığını da yok eden bir şey hastalık. Fiziksel güçsüzlük akabinde psikolojik güçsüzlüğü de getiriyor çünkü ve sarsılan bağışıklık sisteminiz gibi tıpkı kendinize ördüğünüz duvarlar da yıkılıveriyor üstünüze. Bu ufacık bir gribal enfeksiyonda bile gözlemlenebiliyor. Hele ben gibi balıksanız. Tıpkı önceden güzel planlar yaptığınız bir günde havanın yağmurlu olması gibi.

Metalci ağabeylerimizin dediği gibi yapacak bir şey yok keza: "inside four walls"

Bu arada haritayı boyamaya başladık. Salih Bey kısa dönemlere şafak haritası çıktısı alıp hediye etmişti. Bir kaç günü geçirdik bile. Artık biz de "atarsa x" gibi şeyler diyebiliyoruz oradaki x bir şehir adı oluyor falan çok heyecanlı. Ahahaha. Askerliğin yarısını da geride bıraktık ayrıca, umarım olabildiğince hızlı ve sıkıntısız biter gider bu mevzu da, anılarımızda kalır sadece.

Tuvalet kapılarının arkasında "Nasıl bulmak istiyorsaM öyle bırak" yazıyor. Emir Yargın Efendi bunu görse baya gülerdi muhakkak ki, Emir Yargın Efendi demişken kendisinin çok zamandır beklediğim yeni klibi sonunda çıkmış Fırat Bey'le birlikte baya baya güzel bir işe imza atmışlar. Buyrun Bu Gece'yi buradan izleyin ve kesinlikle izleyin.

Geçen gün çok saçma bir olay daha yaşadım, boğazım ağrıdığı ve aynı zamanda bir şey de takıldığı için çok afedersiniz tükürme gereği duydum, o kadar vakit olmuş ki tükürmeyeli, kendi üstüme tükürdüm yanlışlıkla sonra çok eğlendim. Ahahahah. Biraz maç izlesem gözlemlesem belki tekrar hatırlarım bu işin raconunu da.

Ayrıca dostlarım yine beni yalnız bırakmamaya devam ediyorlar, Pelin Hanım kart atmış Viyana'dan, Elvan Hanım aşırı komik bir mektup yazmış, Umut Bey de sağolsun doğum günümü kutlamış kartıyla. Bir de Merve Hanım'cığımdan ikinci mektubu aldım ki onun yeri zaten apapapayrı.

Bir de sabah ezanı iyi okunduğu takdirde sanırım en etkileyici ezan ki bunda saba makamının da etkisi büyüktür, sabah ezanını duyunca benim mesaimin de sonuna gelmiş oluyorum yavaş yavaş. 28'ini 29'una bağlayan gece gerçek yaşlarımdan altıncısını da doldurmuş oldum. Bu önemli günü bir bardak şeftali suyu, bir  adet kek ve bir sigarayla kutladım. Geçtiğimiz yılın en iddialı hareketi neydi diye düşündüm daha doğrusu geçtiğimiz yılı gözümün önünden geçirdim bir süre ve en önemli olayın askere gelmeye karar vermem olduğunu anladım. Geçtiğimiz yılı geçtim -geçtiğimiz yılı geçmek- hayatımın en iddialı kararı olabilir askere gelmek. Eheheh. Resmi doğum günümde ise Antalyalı topraklarım Ali Bey ve Harun Bey, kantinci Ali Bey'in de katkılarıyla bana bir masa donattılar. Cips, kurabiye, çekirdek yiyerek, asitli içecekler içerek ve Yetenek Sizsiniz izleyerek kutladık güzelce doğum günümü.

Geçenlerde Urfalı dostumuz Eser Bey bir gaza gelip "Atarsa 265 kimsenin gücüne gitmesin." dedi. Yorumlamayı size bırakıyorum artık. Biz 158'i bitireceğiz diye çatlıyoruz adamlar 460 sayıyor Allah yardımcıları olsun.

Bir de burada bahsettim mi hiç hatırlamıyorum ama Şimşek ürünleri var askere geldiğimizden beri hayatımızda. Şimşek de Eti gibi bir gıda firması. Öğlen yemeklerinde ara öğün olarak Şimşek marka bisküvi veya kek veriyorlar bazen. Şişmek Monroe var Ülker Rondo'ya benzeyen. Gerçekten hayatımda olmasaydı bir şeyler eksik kalırmış dediğim güzide bir bisküvi. Sivilde de bulup alacağım. Teorime göre bu Şimşek firması emekli bir astsubay ya da subay tarafından kurulmuş olmalı başka türlü orduyla bu denli dev bir ihaleye girmek her baba yiğidin harcı değildir diye tahmin yürütüyorum.

Yazıma Camel'a yazdığım şu dörtlükle son veriyorum, ayrıca artık içeride Camel satılıyor.
yükümü develere bindirdim
hafifledim verdiğim dumanla
düşüncelerimi sindirdim
alıştım buna zamanla

Hahahah baya iyi halk ozanı olur benden.
Ayrıca annem ve Merve Hanım'cığıma bir kez daha diyorum ki iyi ki varsınız, iyi ki geldiniz.

Hiç yorum yok: