Cuma, Mayıs 18, 2012

Kozyatağı Trafiği Candır (Polatlı Günlükleri XV)


İlk Polatlı günlüğümü yazdığım gibi tıpkı, son Polatlı günlüğümü de evden yazayım istedim. Böylelikle bir serinin daha sonuna gelmiş bulunuyoruz, sanki pek çok başka seriler yazmışız gibi. Bizden kastım ben ve blogum GSD. Ayrıca sadece bir serinin daha sonuna gelmekle kalmıyor, hayatımın da önemli bir dönemini geride bırakmış oluyorum böylece. Toplumumuzun büyük bir kesiminin sürekli olarak hepimize (tüm genç erkeklere yani) empoze ettiği "askerliği aradan çıkartma" dönemi bu geride kalan dönem. Ben bu aradan çıkartma tabirini hep mecazi bir anlatım sanırdım, yoksa araya bu denli gireceğini bilsem şüphesiz farklı bir yol yordam arayışına girerdim. Neyse şimdi abartmanın da lüzumu yok pek çok askere göre pek rahat ve konforlu koşullarda, üstelik de güvenli bir bölgede tamamladık askerliği. Daha da önemlisi son üç aydır devam ettirdiğim sabit gece nöbetçiliği görevim sayesinde belki de tüm Tugay'ın en rahat askerlik yapan ilk on askeri listesindeydim. Önceden de demiş miydim bilmiyorum ancak şansıma güvenirim.

Askerliğimin son gününe damgasını vuran olay ise Binbaşı'yla aramızda geçen diyalog oldu. İlişik kesme işlemleri için başlatılan imza kampanyasında gerekli imza çoğunluğuna ulaşmıştım. Binbaşı'na da imzalatayım dedim elimdekileri. Odaya girdim tekmilimi verip yanına vardım. İmza işlemini halletmiştik ki, Binbaşı bana dönerek "günlük tuttuğunu biliyorum" dedi. Ben de içimden "Allah-u Ekber wooohooo" dedim tıpkı İkbal Hanım gibi. Dışımdan "evet komutanım" dedim. Bu esnada gülümseyerek birbirimize bakıştık bir süre, kim daha önce kaçıracak gözlerini bakışmaları olur ya hani. Sonra "getir günlüğünü" dedi. Ben de öyle delikanlı bir insanım ki cebimden çıkardığım yeşil renkteki Keskin Color marka not defterimi masaya koymakla kalmayıp "komutanım, buna yeni başladım daha, bir tane de bitirdiğim var ama koğuşta, onu da getireyim mi" dedim. "Bizimle ilgili kötü şeyler yazıyor musun?" dedi, ben de "hayır komutanım, ben kötü şeyler yazmam" dedim. Bir süre daha gülümseştik, sonra "tamam defterini al sana güveniyorum" dedi, tam muhabbet komik yerlere gidecekken telefonun çalması üzerine odadan çıktım. Son günler toparlanmalar ve dolaşmalarla geçti. Son gün o kadar çok "teskere sigarası" içtim ki ağzım belerdi. Son sabah ise kalanlarla vedalaştık ve spor içtimasının ardından gitmek üzere ayrılacağımız spor alanına çıktık valizlerle. Bu arada bataryamızın en kısa dönemi olan İlker Bey bir gün evvel çıkmıştı. Kimileri bunu Artvin'li olmasından ötürü kazandığı 2 gün yol hakkına bağlarken, kimileri de fotofinişte kulak farkıyla askerliği önde bitirdiğini ileri sürdüler. Her neyse spor alanında Seyfullah Uzman teskerecileri ayırdı ve sıraya soktu, "şınav vaziyeti al" komutu verdi. Bu da çok eğlenceli bir komut. Bir diye bağırıp çömelip ellerini yere koyuyorsun, iki diye bağırıp çömeldiğin yerden poponu ve ayaklarını arkaya doğru atıp şınava hazır bir pozisyona geçiyorsun. Sonra saymaya başladılar sanırım Emre Bey'di sayan. Ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, 1 mayıs, 2 mayıs, 3 mayıs, 4 mayıs (buralarda homurdanmaya başlayınca sayma hızlandı), 6 mayıs, 9 mayıs, 11 mayıs, 14 mayıs, 15 mayıs, 16 mayıs, 16 mayıs, 16 mayıs şeklinde yaklaşık 15-20 kadar teskere şınavı çektik. Bu esnada olay mahaline gelen ütğm. bizi son kez çarpmayı ihmal etmedi. Bilemiyorum bir insan bunca beddua ile nasıl hayatta kalır. Sadece o an aldıklarıyla bile kolu falan kopabilirdi bana kalırsa. Her neyse, komutanlarımızla ve geride kalan dostlarımızla vedalaştık -ki ilerleyen kısımlarda bu "asker arkadaşlığı" konusuna ayrıca değineceğim- akabinde valizlerimiz elimizde nizamiyeye yöneldik. Sağ olsun Salih Bey de bize hep eşlik etti, valiz aranması ve izin kağıtlarının imzalanması takiben kendimizi her daim mıntıkasını ihmal etmediğimiz iki numaralı nizamiye kapısının önünde buluverdik. O sırada vedalaşamamamın içime oturduğu dostlardan Volkan Bey çıkıp gelmesin mi, kendisiyle sarıldık vedalaştık. Birlikte döneceğimiz dostum Yusuf Bey'in ailesi de geldi, onlarla tanıştık, son bir iki toplu fotoğrafımızı da çekilip, arabaya binip kalan dostlarımıza el sallayarak oradan uzaklaştık. Misal Salih Bey'i orada bırakıp gitmek üzücüydü ancak çok yakında onların da çıkacağını düşünerek kendimizi avuttuk.

Dönüş yolu heyecan vericiydi. Tugay'ın önünden Eskişehir-Ankara yoluna çıkıp da sola değil de sağa sapmak bile çok büyük bir adımdı bana kalırsa. Arabaya binmek, müzik dinlemek, Yusuf Bey'in ailesiyle -arabayı süren bir baba, ön koltukta oturan bir anne ve yanımızda oturan bir kardeşten müteşekkil bir aile bu- muhabbet etmek falan pek lüks pek havalı şeylerdi. Sırf biz hamburger yiyebilelim diye Eskişehir'e bile uğradık üzerinize afiyet. Sonra da ver elini Bursa. Ahahah bu ver elini kalıbını her kullanışta çok eğleniyorum neyse. Yusuf Bey ve ailesinin evine vardık, pek hoş bir tepe üzerinde önünde bahçesi arkasında ağaçları olan bir ev. Çok havalı iki tane dev baca manzarası da var ileride, elektrik santrali bacasıymış onlar da. Yusuf Bey'in annesi ve babası beni de evlatlarıymışçasına sıcak ve sarılarak karşıladılar, hoş sohbetlerinin yanı sıra orada bulunduğum kısacık zaman zarfında sürekli müthiş şeyler ikram ettiler (Türk kahvesi, dondurma, tarladan toplanmış organik çilek, çay) . Yusuf Bey'in kardeşi de havalı bir genç, müzisyenmiş kendisi sağolsun bize yolda dinleyelim diye güzel albümler hazırlamış. Beni ailece terminale bırakıp otobüsüm kalkana kadar beklediler. Nice teşekkür etsem azdır kendilerine, Yusuf Bey'le de uzun zaman sonra sarılıp "sabah kahvaltıda görüşürüz" demeksizin ayrıldık. Neyse kendisinden İstanbul'a gelme sözü aldım içim rahat. Yolun kalan kısmında önce bir süre otobüsle ilerledim. Tam karnım hafif acıkmış, muavin de yiyecek içecek servisine başlamıştı ki muavinin benim koltuğa gelmesini bekleyemeden uyuyakalmışım. Bu uykululukta tabi bir önceki gece Neşet Bey ve Yusuf Bey'le saat 03:00'te kalkıp güneşi birlikte doğuralım planımızın da payı büyüktü. Aslında planımız 4 kişilikti ancak Salih Bey kalkamadı ve bunu sabah "kafam kalkmadı" açıklamasıyla bize duyurdu. Neyse uyandığımda otobüs feribota binmek üzereydi. Tıpkı Almanlar yenilince bizim de yenilmiş sayıldığımız gibi, otobüs feribota binince ben de feribota binmiş sayıldım. Aylar aylar sonra denizi görmek, üzerinde ilerlemek öyle güzeldi ki! Feribotun ardından Ataşehir'e kadar hiç fena gelmedik ancak oradan bindiğimiz servis Kozyatağı'nda öyle bir trafiğe girdi ki eve hesaplarımdan biraz daha geç dönebildim. Hoş hiç şikayetçi olmadım trafikten keza İstanbul'un trafiği bile özlenir, Ankara'nın ise sadece İstanbul'a dönüş yolu özlenebilir Necip Fazıl Bey'in de belirttiği üzre. Servisin Özgürlük Parkı'nın orada beni bırakmasıyla mahallede bir yürüyüş yapma fırsatım da oldu. Sonra da eve geldim anneciğe ve ağabeye kavuştum, evime, odama, bilgisayarıma. İçimde her an uyanıp kendimi koğuşta bulacağım endişesi devam etti gün boyunca ancak bu sabah uyandığımda yatağımdaydım neyse ki. Inceptionvari bir çakallık yoksa  şayet yaşadıklarım gerçek.

İstanbul beni dün ve bu sabah gayet güzel karşılamışken, annemle İstanbul Radyosu'ndaki vaktiyle benim de bir parçası olduğum TRT İstanbul Radyosu Türk Sanat Müziği Gençlik Korosu konserine gitmek üzere yola çıkmışken, önce yağmur, ardından sağanak yağmur ve dolu yağışıyla bana karşı biraz bozuk olduğunu hissettirdi. Sanırım İstanbul henüz benim yaya olarak sokağa çıkmama hazır değil. Hasılı kelam ilk gidebileceğimiz konseri de böylelikle kaçırmış ve Yoğurtçu Parkı'nda bir çay içmiş olarak sırılsıklam eve döndük. Gecenin ilerleyen saatlerinde Merve Hanım'cığım da İstanbul'a teşrif edecek ve sanırım haftasonunu birlikte geçirebileceğiz, havalar da güzelleşse bari biraz. Sonrasında yapılacak nice iş, görüşülecek nice baş var. Unutmuyoruz ki hareket etmek her zaman iyidir keza "dönen tekerlek zaferi müjdeler".

Askerde neler kaybettim  diye bir hesap yapmaya girişmeyeceğim keza Binbaşı'na da belirttiğim üzre ben kötü şeyler yazmam. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim ki bu sürede hayatıma pek değerli dostlar kattım Salih Bey, Yusuf Bey ve Neşet Bey gibi. Bu ilk 3 isim dışında daha nice isim var ki gerçekten orada geçen en zor anları bile kolaylaştırıp yaşanabilir hale getirdiler ve arkadaşlık hanemde önemli yerler edindiler. Şansıma güveniyorum demiştim ya işte misal Tugay'daki iki adet gitar çalıp şarkı söyleyen insan olarak Aycan Bey ve ben aynı bataryaya düştük ve ne zaman istesek birlikte pek keyifli bir şekilde müziğimizi yaptık, batarya çavuşu adayımız Anıl Bey'in üst ranzasında ve Selçuk Bey'in sağ ranzasında yattım ki kendilerini tanıdığıma pek mutluyum, Recep Bey gitarıma Aycan Bey'in hediye ettiği telleri takmama yardım etti, topraklarım Ali Bey ve Harun Bey her şeyden evvel dostlukları ve bataryada üstlendikleri stratejik görevler sayesinde her zor anımda yanımda oldular. Tanıştığıma gerçekten memnun olduğum pek çok insan oldu Tugay'da. Hasılı bunca dem, askerliğim artık bitti ve heyecanla önümdeki yeni maceralara doğru yelken açmayı bekliyorum. Ayrıca ziyaretime gelen, kart/mektup atan, internetten halimi hatrımı soran ve beni askerde olmama rağmen hiç yalnız bırakmayan ve yalnızmışım gibi hissettirmeyen tüm dostlarıma da minnettarım, iyi ki varsınız!


* Son yazıma da ilk yazımda olduğu gibi bir fotoğraf koyayım. Tuğgeneral soldaki karede Neşet Bey'i öpüyor, bu noktada benim gececi olduğum ve birazdan bir tuğgeneral ile öpüşeceğim beyazlığımdan belli, sağdaki karede ise beni öpüyor. İlk haftalarında Tümgeneral ile tokalaşarak başlayan askerliğimizi son haftalar Tuğgeneral ile tokalaşarak bitirmek varmış kaderde, nasip. Bu rütbelerin bir kaç üstü Atatürk zaten, hahah. Sonraki yazılarım için diyorum ki artık: Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

2 yorum:

gülş dedi ki...

hoşgeldiniz sefalar getirdiniz efendim.

La dedi ki...

H O Ş G E L D İ N N N N N N N N