Salı, Ocak 05, 2021

Sevgili Boğaziçi

Uzun yıllardır ülkemizin gerçeklerinden biri de şu: Fikir ve ifade özgürlüğümüz kesin ve net bir şekilde yok. "Olur mu hiç canım öyle şey" diyenleri kendi otokontrol mekanizmalarıyla yüzleşmeye davet ediyorum. 15-16 yıldır bu blog var, her yıl geçmişe doğru bakıp daha çok yazıyı yayından kaldırdım, keza bazı sosyal medya paylaşımlarımı da. Neden mi? Çünkü hiçbir küfür ve hakaret içermeyen ancak iktidarın emrettiklerine paralel olmayan bazı paylaşımlarım sebebiyle iş bulamamaktan, işten atılmaktan, hedef gösterilmekten, gözlatına alınmaktan, hapis yatmaktan veya fiziksel olarak saldırıya uğramaktan korkuyorum. Düşünen ve bundan korkmayan tek bir insan kalmadı ülkede, enkaz gibi enkaz.

Okulumla ilgili de kaç gündür benzer şeyler düşünüyorum: Yazsam mı yazmasam mı, ne yapsam, bir şey desem bu bir işe yarar mı, insanların dikkatini çekebilir mi dediklerim...

Öncelikle yeni yılın yüzü suyu hürmetine bizi bu hale sokan herkesin bir kez daha allah belasını versin.

Boğaziçi en çok değiştiğim yerdir. Eminim ki öğrencilerinin çok büyük kısmı da benim gibi bu değişimi yaşamış, hissetmiştir. Çünkü akıl almaz seviyede demokrat bir kültürü vardır okulun. Kimse kendinden farklı düşüneni doğramaya kalkmaz, insanlar birbirini dinler, anlamaya çalışır, ortak çözümler üretilir. İsterseniz böyle bir atmosferin en uzağında, en tutucu, en sabit fikirli ortamlarda yetişmiş olun, ilk şoku atlattıktan sonra bu kültürden etkilenir, zamanla da bu kültürün bir parçası olursunuz. Hayatınızın o en kıymetli yaşlarında olabileceğiniz en iyi yerlerden biridir Boğaziçi, çünkü sizi ütopik bir topluma inandırır, dönüştürür. Okula dair hatırladığım en kötü anım efendi hazretlerinin başbakanlığı sırasında bilmem ne açılışı sebebiyle okula gelmesiydi. Ben o gün okulda değildim ama öyle bir işgal edilmişlik ve şiddet yaşattılar ki o birkaç saatte bizlere, bir grup mafya kapıyı kırıp evime girse ve her tarafı dağıtıp beni de darp etse ancak öyle hissederdim. Bu hissi o günü yaşayan herkes paylaşacaktır. Yine de o zamanlar okul kendi rektörlerini seçebiliyordu. Sonra bir gün okulun gönderdiği rektör olasılıklarından sondan birinci olan bir adamı getirdiler rektör yaptılar. Akademisyenler ciddi tartışmıştı bu konuyu o zaman, en azından okuldan/kültürden biriydi diyenler de vardı, bu iş burada bitmez diyenler de. Tabii ülkede üniversiteler ve akademinin üzerinde öyle bir siyasi baskı kurulmuştu ki, ben o an orada olsam ne yapardım bilemiyorum açıkçası. Barış Akademisyenleri, terör soruşturmaları, görevden almalar, tutuklamalar, yurt dışına kaçanlar, bedel ödeyenler, köşesine sinenler, ikbal kaygısı güdenler derken o günden bu yana gerek hem ülkenin baskıcı düzeni katlanarak arttı, hem de her şey gibi tüm bu olanlar da sıradanlaştı.

Tüm bunlar olurken yok olan şey sadece iyi bir üniversite ve iyi bir kurum kültürü değildi tabii. Ülkenin gençlerinin geleceğe, ülkelerine, liyakata, adalete, kendilerine dair sahip oldukları umutlar da yok olup gitti. Sistem öyle güzel bir evrim geçirdi ki sonuç itibariyle azıcık okumuş, kendini geliştirmiş, başarılı herkes elitist ilan edilmekle kalmadı cahil, aptal, hırsız, kanunsuz, beceriksiz, ehliyetsiz kimselerin ödüllendirildiği bir Türkiye kuruldu. Ha bizim zamanımızda veya bizden önceki zamanlarda bunlar yok muydu, bu kurumlara sızamıyorlar mıydı, soruları çalmıyorlar, sahte diplomalar üretip bağlantılarını kullanarak istedikleri konumlara gelmiyorlar mıydı? Tabii ki yolsuzluk hep vardı, her siyasi görüşün kılıfına girip çıkar, her zaman sinir bozardı ama ortaya çıkartıldığında yargılanır ve cezalandırılırdı. Şimdiki gibi ayakta alkışlanmaz, cesaretlendirilmezdi. Hep söylüyorum, yine söyleyeceğim, ülkemizin akademisinin ben diyeyim son 20 yılı, siz deyin son 30-40 yılını ele alsak, alınan ünvanlar, yapılan atamalar, çizilen kariyer yolları hayali tarafsız uluslararası bir kurumca değerlendirilse misal, bugün sahip olunan ünvanların yarısı yürürlükten kalkar, tabii o ünvanlarla kazanılan paralar, imajlar, makamlar, çalınan hayatlar, verilen kararlar her zaman olduğu gibi hepimizin hayatından çalınmış olduğuyla kalır.

Şimdi bu damdan düşen yeni "rektörün" kariyerine de bir baksak okula girişi, üniversitedeki notları, hocaları, danışmanları, yüksek lisans ve doktora dönemleri, tezleri hepsi tek tek incelense çıkacak sonuçtaki şaşırtıcılıklardan o kadar eminim ki. Başka türlüsü mümkün değil, beyninin hakkıyla alamadıklarını zor kullanarak alabilenlerin çağında yaşıyoruz çünkü. Sırtını bir yere dayayan bu adam da diyor ki ne olacak birkaç haftaya unuturlar, zaten emrimdeki troller gerekli çalışmayı yapıyor günlerdir. Dijital akıncılar mıydı isimleri, siber atlılar mı, her ne haltsa. Bizim gibi "insan olan utanır" şiarıyla yetiştirilmiş bu ülkenin hâlâ büyük kesimi olan insanlar ise umutsuz ve üzgün bir şekilde olanları izliyor. Çünkü ben utanmazım diyene ne cevap vereceğimizi tam olarak bilmiyoruz sanırım. Ancak yıllardır süren bu düzenin de her yönünden tıkandığını, tıkandıkça da uygulamarının sertleştiğini, vahşileştiğini hepimiz gördük, görmeye de devam ediyoruz. Uyarılar çok haklı; adaleti, demokrasiyi yani meşru yolları tıkamak çok daha büyük, çok daha tehlikeli sonuçlar doğurur, doğuracak da. Herkese sopa göstererek gidilecek yolun da bir sonu var ve öyle sanıyorum ki bu yolun sonuna çok yakınız artık. Yolun sonundan sağ çıkar mıyız, sonrasında bir şeyler değişir mi düzelir mi bilemiyorum, bir öneki 2020 değerlendirmesi yazımda da dediğim gibi benim bir umudum yok artık ama istesek de istemesek de tüm bu süreci de yine hep birlikte yaşayacağız.


Melis ile çimlerdeyiz, bu kareyi de Meltem çekmiş, "eski günlerdeki gibi" diyerek paylaşmış Facebook'ta, 2013'te.

Yazının beni tek mutlu eden yanı olan Güney Meydan'da çekilmiş bu kareyle yazdıklarımı sonlandırayım. Tekrar hoş geldin 2021, sana da hazırız.

Hiç yorum yok: