Merhabalar, şüphesiz dünyanın en güzel beldesi olan Polatlı'dan tüm dünyaya sevgiler. (Yazının girişinde kontrolünü kaybeden blogger 3 can aldı.) Elimde notlarım ve her zamanki gibi nasıl zaman yetiştireceğim endişesiyle yine bir internet kafede oturuyorum. Buranın adı İsviçre. Şehrin tek nezih internet kafesi gibi bir cümle yazıyor girişte, gerçekten diğer internet kafeler nasıl desem biraz tuvalet kokuyor, nezihlik standartımın düştüğü bu noktadan ben de pek memnun değilim ama gerçekler acıdır, Polatlı ise acımasız. Ahaha.
Notlarımda ilk madde kara karşı duyduğum nefretle ilgili. Kulağa uzaktan garip gelse de kar yağışından gitgide nefret ediyorum. Belki evde otursam, dışarıda yağan karı izlemek hoşuma giderdi ama sizler o güzel güzel yağan karı mutlulukla izlerken biz askerler "ulan arkadaş bunca karı nasıl temizleyeceğiz, küreyeceğiz" diye adete gözlerimizde yaşlarla bakıyoruz dışarıya. Karın tek güzel yanı ise kar yağarken havanın yumuşak olması. Vücut dengemiz müthiş bozuldu, -5 dereceye kadar olan havalar gayet güzel gelmeye başladı, rüzgarlıksız dışarıda iş yapar olduk vesaire. Neyse her gece kar yağıyor, hızlı yağınca buz tutuyor, üzerine biraz daha kar yağıyor, ertesi gün kendi bölgelerimizde elimizde fırçalar, kürekler, kazmalar (dikkat edin toplar, tüfekler değil) o karlar yok olana dek türlü fiziksel savaşlar veriyoruz. Ankara'ya olan nefretim sanırım hanedanın duyduğu nefretle yarışıyor. Misal dün yani cumartesi günü sabah 9'da başlayan kar küreme mesaimiz 16'da bitti, arada sadece öğlen yemeği yemek ve 2-3 çay içmek için durduk. Bir de bu esnada fotoğrafhaneye geçen dostumuz Çavuş Hasan Bey elinde makineyle gelince 2-3 poz vermeden edemedik. Ayarlayabilirsek yakında bu pozları paylaşmayı da deneyeceğim.
Geçen çarşıda yaşadığımız bir diğer maceramız ise Abdullah Bey adlı Konyalı uzun dönem dostumuzun, ısrarla Konya'ya kaçma çabasıydı. Ben hızlı trenle gider gelirim diye ısrar ediyor, göndermezseniz buradan bir adım gitmem diyordu. Müzakere süreci bazen sert bazen yumuşak bir şekilde gerçekleşti, sonunda bazı tavizler verilerek kendisini Polatlı'da kalmaya ikna ettik. RDM ekolünden olan dostumuzun bu hareketi yüzünden -şayet gitseydi- çarşıya çıkan herkes büyük ihtimal kurşuna dizilirdi.
Bir diğer alışmam gereken ama alışamadığım şey Flash TV gerçeği. Özellikle uzmanların büyük kısmı sürekli Flash TV izliyor. Fıkralarla Anadolu mu dersiniz, evlilik programı mı, yoksa halay programı mı. Geçtiğimiz hafta gazinoda oturup evrak doldurmaya çalışırken 2-3 saat Flash TV'ye maruz kaldım. Yüksek dozda alınan Flash TV sonucunda zaten 30cm küp kalmış olan beynimin üçte birini de kaybettim ve geriye 20 cm küp kaldı.
Gelelim başlığımızı açıklamaya. Geçtiğimiz hafta boyunca 10 kadar çadır söküp bir adet kamyon temizledik. Şimdi çadır sökmek meşakkatli bir iş, bunlar iki kişilik ufak çadırlardan değil keza. Bir de kenarına koyulan kum torbalarının içindeki toprak donunca işler iyice sıkıntılı bir hal alıyor. Keza kaldırmak dert, düğümlerini açmak dert, eldivenle yapamıyorsunuz, eldivensiz buz tutmuş bir düğüm çözmek tahmin edersiniz ki biraz zor, hele böyle 30 tane kum/buz torbası olunca insan yaşlanıyor, ama bir kaç asker birlikte bu işleri yaparken yine de vakit geçiyor. Demir iskeleti sökmek, çadır bezini çıkartıp temizlemek, temeldeki çivileri sökmek falan kolay kalıyor zaten artık. Sanırım bir süre çadıra denk gelmeyiz artık. Kamyon temizliğinin de sıkıntısı çok yok aslında tekerlekleri fırçalıyorsunuz -ki benim boyumda neredeyse bu tekerlekler- ancak sıkıntılı kısım o tekerleklerin zincirlerini yağlama kısmı oluyor. Önünüze üçte biri dolu yoğurt kovası büyüklüğünde bir kova veriliyor. Üçte biri yağ ile dolu bu kovaya bir kum torbası dolusu zinciri güç bela boca ediyorsunuz ve sonra o zincirleri kovanın içinde çalkalayarak ve ters yüz ederek yağlıyorsunuz. Bizim kamyonda 7 kum torbası dolusu zincir vardı, bu işlem bittiğinde eliniz ve kolunuzdaki yağları -yepyeni hijyen anlayışınızla- elinize çamura batırarak temizleyebiliyorsunuz mesela, kalan kirleri de karla atıyorsunuz. Artık portakal soyup yemeye hazırsınız! Her şey bu kadar basit. Hahaha.
Uzun dönem dostlarımızından en neşeli asker Tuncer Bey artık aramızda yok, kendisi ameliyat oldu ve kalan 19 gününde de 20 günlük hava değişimi alarak toparlanıp gitti, kendisini özleyeceğiz. İstanbul'da görüşürüz artık askerlik bitince. Bana kart yazan dostlarıma ve mektup yazan sevdiğime cevap yazdım ama henüz gönderemedim. Hafta içi hastaneye gidecek birileri olursa ve ben de o zaman kadar mektup bulabilirsem yollayacağım. Şayet aklınızda bana kart atmak gibi bir plan varsa içine ya da bir yerine kendi adresinizi de yazdığınız takdirde sizleri cevapsız bırakmayacağımı bilmenizi isterim. Askerlikle ilgili batarya dışında yapılan işler (kar küreme, çadır sökme, araç temizleme, vb.) fiziksel olarak, batarya içindeki işler de psikolojik olarak yorucu oluyor, hangisi daha iyi bir türlü karar veremedim. Şu dizim bir düzelse dışarıdakileri tercih edecek gibiyim. Uzmanlar arasında çok kafa dengi olanlar da var. Onlarla vaktim oldukça daha detaylı tanışmak, sonrasında da arkadaş kalmak isterim açıkçası.
"batan gün kana benziyor
yaralı cana benziyor"
Bu şarkıyı da bir dinleyelim madem aklıma gelmiş, not almışım.
Buraya kadar olan kısımları sanırım ayın 29'u ya da 30'unda yazmıştım. Buradan itibaren olan kısımları ise bugün (6.2.12) yazıyorum. Bu yüzden baya uzun bir yazı olabilir endişelenmeyin, sıkıldığınız yerde bırakın, inceldiğiniz yerden kopun.
"yürürüm gecenin üstüne salarım güneşlerimi;
görürüm tane tane açılan güllerimi"
Geçtiğimiz haftalarda Umut Bey ve Nil İpek Hanım'dan çok zarif bir hediye almıştım. Birlikte söylediğimiz şarkılardan birisini benim için düzenleyip söylemişler. O kadar güzel ki böyle bir şeyle karşılaşmak anlatması zor duygulara gark oldum. Gark. Siz de bu naif performansı izlemek için buraya tıklayın, umarım yakında dönerim diyeyim bu parçaya cevaben.
O kadar çok evrak doldurma işi yaptım ki özellikle ilk haftalarda, siyah pilot kalemim bitti, not defterime kırmızıyla yazmaya başladım. Hatta gelen kartlardan bir kısmını sanırım kırmızı kalemle cevaplandırdım ama endişelenecek bir durum yok, kanıyla yazmış vay be helal olsun askere falan değil yani, kırmızı pilot kalem bildiğin. Ahaha. Askerde bir başka sinirimi bozan mevzu ise boş yere saçma sapan rüyalar görmek. Efendim zaten insan rüya görünce pek dinlendiğini hissedemiyor, bir de anlamsız anlamsız rüyalar görünce bildiğin sinirleniyorum yahu, bari rüya görmeseydim de adam gibi uyusaydım diye. Misal evvelki gün rüyamda asker değil de polistik. Koğuş kalk yapmak için odaya emniyet müdürü giriyordu, yarım saat daha uyuyalım amirim deyince de iyi lan haydi uyuyun deyip çıkıp gidiyordu. Tam bu anda gerçek dünyada nöbetçi komutan böğürerek odaya girdi.
Geçtiğimiz hafta mıydı daha evvel mi bilmiyorum müthiş bir cezadan kaçış yaşadım. Öğlen arası koğuşta oturuyorduk istirahat saatinde ve sohbet ediyorduk, keza gazinoda komutanlar vardı ve oraya girmek nasıl desem biraz riskliydi. Tam biz koğuşta otururken İmam Mesut Bey odaya girerek uzmanlardan birinin sigara istediğini, sigarası olan birisinin olup olmadığını sordu. Biz de Ali Bey'le versek mi vermesek diye tartışıp vereye karar verdik ve odayı terk ettik ve binanın önüne çıktık. Tam o anda arkadan Red Kit'e benzeyen komutanımız gürleyerek odaya girmiş ve tekme tokat kalanları koğuştan çıkartmakla kalmamış, gün içinde koğuşa girdikleri için de çarşılarını kilitlemiş. 2 çarşı = 1 ay. Neyse yani karşınıza ne zaman cami ne zaman cami duvarı çıkacağı belli olmuyor buralarda. (önceden de demiş miydim bunu)
Bu hafta sonu bir ihtimal Emir Yargın Bey ile görüşebiliriz! Düşüncesi bile güzel, sonraki haftalarda da başka ziyaretçiler gelebilirmiş Ankara'ya aldığım duyumlara göre! Askere geldiğimizden beri bizim bataryadan önce 341'ler gitti, sonra ilk Tuncer Bey gitti dediğim gibi ki böyle neşeli bir insanın gitmesi büyük bir kayıptı, geçtiğimiz günlerde de kendimce şampiyon lakabını taktığım Resul Bey aramızdan ayrıldı güreş müsabakasına katılmak üzere. Sivas'tan böyle adamlar çıkıyor işte. Sırada Aykut Bey var, bu hafta da onu yolcu edeceğiz, gerçek anlamda çalışkan bir insanı daha kaybedeceğiz, bakalım sonrasında kimler gidip kimler gelecek.
Merve Hanım'cığımdan gelen Silmarillion'un girişini okuyabildim fırsatım olunca. Yazar ya da çevirmen hatırlamıyorum hangisi olduğunu, kitabın girişinde detaylı bir Orta Dünya tarihi vermiş, çok da başarılı bir şekilde yapmış bunu ancak tek sinir olduğum nokta şu ki, pek çok olayı bizim dünyamızdaki olaylar, mitler ve hikayelerle bağdaştırmış. Yani olayın gerçekliğini zedelemiş, günümüzde tüm elfler Batı'ya gitmiş olsa da aramızda hâlâ elf kanı taşıyanları göremeyecek kadar körleşmedi gözlerimiz. Orta Dünya'da olan Orta Dünya'da kalır arkadaş.
Cumartesi ve pazar günleri çoğu zaman hafta içinden çok daha yorucu geçebiliyor, tek güzel şey ise biraz daha geç kalkabilmek mesela 7'de. Geçtiğimiz günlerde Vanlı Engin Bey'i 100 güne düştüğü için duş yaparken ıslattılar. 100'e düşenlere uygulanan bu garip geleneğe şahit olmak baya komikti. Adam sıcak suyun altındayken, bir anda duşa kabinin üstünden bir kova dolusu soğuk suyu yedi, tam kapıyı açıp kaçacaktı ki araladığı anda diğer Ali Bey'i elindeki hortumla kendisine su tutarken buldu. 2 Ali Bey'in kurduğu bu başarılı tuzak bol küfürlü ve bol kahkahalı sonuçlandı. Ben 100'e düştüğüm hafta boyunca banyoya girmemeyi ve tetikte dolaşmayı planlıyorum, keza o hafta bu hafta.
Evvelki hafta sonunun tek güzel yani çarşıda Baha Bey'in beni ziyarete gelmesiydi. Kendisiyle 2 saat kadar oturduk, kahve içtik, sohbet ettik, güzelce vakit geçirdik. BÜTMK'ün müthiş Balkanlar Turnesi planlarını duydum ve çok özendim lakin ben daha asker olacağım o tarihlerde. Nasip. Gönül isterdi ki Üsküp'te Saraybosna'da ben de şarkılar söyleyeyim. Ama gönül bu tabi otu da istiyor botu da. Bana çok düşünceli bir hareketle kart/mektup atan dostlardan Melis Hanım, Meltem Hanım ve Ebru Hanım'a cevaplarını yazdım, Merve Hanım'cığıma da yazmıştım, bir kısmını arkadaştan rica edip gönderttim, bir kısmını da bugün kendim gönderdim.
Bunun dışında nöbetlerimiz başladı, bu ay nöbet ayı. İlk 15 gün ben devriye atıyorum, son 15 gün de nöbet tutacağım. Havanın soğukluğuna göre nöbet 1 ya da 2 saat oluyor, geceleri genelde bir saate düşüyor ki bu da aynı kişinin misal hem 23.00-00.00 hem de 04.00-05.00 nöbeti tutması anlamına geliyor. Biraz uyku bölücü yer yer sinir bozucu bir durum ama şimdilik devriye olduğum için nöbetçilerden bir, iki saat daha fazla uyuyabiliyorum hâlâ geceleri. Bir paraf üzerine ilk nöbetimi de tuttum geçtiğimiz günlerde, enteresan bir şey nöbet ama kötü değil kesinlikle.
"but we can't change the world
no we can't change the world
it's been done by someone
long ago..."
Bu en zarif şarkılardan biri geldi geçen günlerde aklıma, buradan oraya gidebilirsiniz.
Naif kelimesiyle en uzak meslek askerlik olabilir. İçinde tek tük naif insanı barındırmıyor değil ama yine onların da naiflik oranları her geçen gün düşüyordur.
"ne olacak bütün bunlar,
bütün bunlar ne olacak"
Diye sormuş ağabeylerimiz yıllar yıllar önce, "bir şey olduğu yok arkadaş" demek geliyor ama içimde hâlâ değişime, daha doğrusu gelişime karşı bir umut duyuyorum. Aklıma gelen bir diğer şarkı ise her değişim zamanında aklıma gelen şarkılardan biri, eski bir dosttan geliyor bu şarkı da ve diyor ki "iki elinle sarıl yeni hayatına"
Salih Bey var burada oturup sohbet etmekten keyif aldığım insanlardan, yukarıda belirttiğimin aksine hâlâ naifliğinden pek ödün vermemiş bir insan. Bunu da buraya not düşeyim. Bir de şu şarkıyı not düşmüşüz:
"çağıran bi şeyler var hep beni uzak şehirlerde
bana ait bir şeyler var o sert gülüşlerde"
Geçtiğimiz cumadan bu yana extreme kar küreme seanslarından biriyle daha karşılaştık. Çooook uzun bir kaldırımın üzerindeki buzları kırıp karları küreyip yola attık, sonra dün kar küreme kamyonu yoldan geçerken onları tekrar kaldırıma attı sağolsun, işte insanoğlunun makineye karşı verdiği savaş böyle bir şey! Saçma sapan günlerin arasında ufak tefek mutlu edici sürprizler de olmuyor değil. Misal varoş uydu müzik kanalları arasında Dream TV'de denk gelinen Nada'nın Oda klibi gibi, güzel grup, güzel şarkı, güzel sözler, her şey güzel:
"bir yalan uydurdum kendime söyler dururum ben
bu geceyi atlat yarınlar çok güzel olacak"
Aynı gün pek çok şarkı not almışım sanırım, bir de Levent Sevi şiiri:
"gidecek bir yeri düşlüyorum
sırtında dolaştırıyor beni zümrüd-ü anka
ayaklarım yanıyor, görüyorum yeni dünyayı
ama ben kıpırdayamıyorum hâlâ"
Bu güzel şiirin bir de böyle bir videosu vardı çalıp çektiğimiz.
Vaktiyle şöyle bir şeyler yazmıştım bir iki dost dışında kimseyle paylaşmadığım ve kendimce bestelediğim:
kıtalar arasında suyun üstünde
umutlar düşünceler korkular içinde
içinde çatlamış bir cam
notlar alınmış buğulu camlar üstüne
dokunsam kırılacak ve batacak
batar ya rahat içten içe
bulursun kendini altında kırıkların
parça parça buğulu camlar üstünde
Dün bu parçayı çalarken içinden bazı sözcükleri atmaya karar verdim. Birincisi Kıt'a, ikincisi batarya, üçüncüsü rahat. Hahaha, işte askerlik makes you like this.
Bu yazının son parçası ise Sezen Aksu'dan gelsin o zaman:
"deli gözlerin gelir aklıma
gülüşün, öpüşün, iç çekişin gelir"
Ancak bir ayda okunacak bir yazı yazdım, ben yeni yazı yazaa dek her gün bir paragraf okusanız kâfi. En uzun Polatlı Günlüğü/Günlükleri'ni de böylece yazmış olduk. Haydi bakalım hayırlısı. İki günlük bir arada. Her askerin ihtiyacı olan tek şey ise bazen kullanabileceği bir görünmezlik pelerini başkaca bir şey değil.
1 yorum:
Öyle güzel yazmışsın ki bir çırpıda, kâh gülümsiyerek kâh gözlerim dolarak okudum canım oğlum ellerine sağlık, yüreğine sağlık...Ve anladım ki babanın genleri kalemine geçmiş ne mutlu sana !!!
Yorum Gönder